Muhterem Ömer Öztürk’ün Hayatı

Anasayfa » Muhterem Ömer Öztürk’ün Hayatı

MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK
Hazreti Sâmî (k.s.)’un “tabiri câiz ise” kucağında doğmuş, O’nun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimize hizmete ve O’ndan istifadeye adamış, O’nun yolunu devam ettiren Hazreti Sâmî (k.s.)’un ma’nevî evlâdı ve hakîkî vekîli olan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey hakkında Hazreti Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ömer Öztürk ihvâna kılavuzdur. Musa beye de kılavuz olsun.”Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz Alî Râmitenî Hazretlerinin su kıssasını anlattırmış ve: “Elhamdülillah bizim ihvânımızdan da biz söylemeden bizi düşünen var. İhvânımız içerisinde Ömer Öztürk’ü bulunduran Allahü Azîmüşşân’a hamd ederim.” buyurmuşlardır. Torunu Mahmûd’a şöyle söylemiştir: “Ömer Öztürk Ağabeyine selâmımı söyle. Senin ikâmetin için Ravza’da duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını reddetmez. Duâsı makbûl kişilerdendir O.”1976’dan 1984’e kadar devamlı söylediği bir sözü var. “Ömer Öztürk benim en emîn ihvânımdır.”

Medîne-i Münevvere’de de müteaddid defalar aynı lafızla “Ömer Öztürk benim en emîn ihvânımdır. Kendisi ma’nen vazîfelidir.” buyurmuşlardır.

Muhterem Ömer Ağabeyin İstanbul seyahatleri esnâsında, kendileri bir kaç defa ağırca hastalandığında, Hacı anneye “Keşke şu hasta hâlimde Ömer Öztürk yanımda olsa idi. Ben O’nun son nefesimde yanımda olmasını arzu ediyorum” buyurmuşlardır.

ALLAH YOLUNA ADANMIŞ BİR ÖMÜRDEN KESİTLER

13 Ağustos 1946 (15 Ramazan 1365)’te Adana’da dünyâyı teşrîf eden zât-ı âlileri, babaları Merhum Hacı Mehmed Öztürk Efendi’nin Hazreti Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) ile İstanbul’a hicret etmeleriyle küçük yaşta İstanbul’a yerleşmişlerdir.

Doğduklarında Ömer ism-i şerîflerini Hazreti Mahmûd Sâmî (k.s.) koymuştur. Maddî ve manevî eğitimlerini de bizzat takib etmişlerdir. Galatasaray Lisesi’nde orta öğrenimini tamamlayan zât-ı âlileri, İstanbul İktisadî ve Ticârî İlimler Akademisi’ni bitirerek, bir süre de orada öğretim görevlisi olarak görev yapmışlardır.

Allah Resûlü (s.a.v.)’in yolundaki her hususta en büyük önder olan Hazreti Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’e benzemeye çalışan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey, 1979 yılında Hazreti Ebû Bekir (r.a.)’in Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimize Medîne’ye hicretlerinde yol arkadaşı olduğu gibi Sâhibü’z-zamân Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.) Hazretlerine yol arkadaşı olarak Medîne’ye hicret etmişlerdir. Öyle bir muhabbet ve aşkla teslim olmuşlardı ki: Hazretin hicret tekliflerini tereddütsüz kabul ederek Cidde – Medîne uçağında yer olmamasına rağmen ayakta gitmek üzere uçağa binmişler, nihayet yolculardan küçük bir çocuğu kucağına alarak Hazreti Mahmûd Sâmî (k.s.)’a hicretlerinde refîk olmuşlardı.

Hazreti Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), dünya hayatlarının sonlarına doğru yakın dostlarının ve sonradan O’nun yerine geçtiğini iddiâ eden ihvânın da içinde bulunduğu devlethanelerindeki bir sohbetlerinde “Bizden sonra inşâallah Evlâdımız Ömer Öztürk kılavuzdur. Musa beye de kılavuz olsun.” buyurarak Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey’in ma’nevî derecesini ilan etmişlerdir.

Yine özel bir sohbetlerinde “Ömer Öztürk ma’nen görevlidir. Bizim yerimiz Medîne; onun ki ise Mekke’dir.” buyurmuşlardır. Ömürlerinin son demlerinde ise vasiyetlerinin tamâmını Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey’e yapmışlar, techiz ve tekfin işlerinin de ne şekilde yapılacağını kendilerine bizzat emir buyurmuşlardır.

Sâhibü’z-zamân Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.) Hazretleri ile ömürleri boyunca beraber olup hizmetlerinde bulunan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey, Mahmûd Sâmî (k.s.) Hazretleri’nin 12 Şubat 1984’te Medîne-i Münevvere’de dâr-ı bekâya irtihallerine kadar yanlarından ayrılmamış ve techiz ve tekfinlerine varıncaya kadar O Yüce Zât’ın hizmetlerini görmüşlerdir.

Medîne’ye hicretlerinden önceki yaklaşık 10 yıllık dönemde Milli Türk Talebe Birliği’ndeki başarılarını anlatmaktan kelimeler aciz kalır.

1971’de kendilerine teklif edilen MTTB Genel Başkanlığını ilk etapta reddeden daha sonra ma‘nevi terbiyesinde yetiştiği Sâhibü’z-zaman Hazreti Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un emirleri ile MTTB Genel Başkanlığı teklifini kabul eden Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey, “Burası siyasi bir kuruluştur, siyaset ise yalanla iç içedir.” kuşkusuna yine O yüce Zât’ın verdiği “Evlâdım dürüstlük en büyük siyasettir. Bu dürüstlüğe devam etmek şartıyla ağzınıza geldiğini söyleyiniz.” cevâbını kendisine düstur edinmiş, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkanlığı döneminde bu düsturun ne kapılar açtığını bize göstermiştir. 26 Mart 1971’de Genel Başkan olarak yaptığı ilk konuşma onun takip edeceği yolun ve düsturların ne olduğunu bize göstermektedir:

Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dâhilinde yüksek tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının yürütücü kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maarif politikası neticesinde maziden kopuk istikbali düşünebilme imkânı ve kapasitesinden mahrum bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin millî olması, mazisine lâyık, istikbaldeki vazifesine hazır, mukaddesatına bağlı gençler yetiştirmesinde, orta tahsilden itibaren talebelerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücahit rûhuyla yetişmelerini sağlamak başlıca görevimiz olmalıdır. Asırlardır yerleşmiş ebede kadar devam edecek olan prensiplerin Anayasam olacağına sizleri şahit tutuyorum. Seçilsem de seçilmesem de, inandığım davanın neferi olarak son nefesime kadar hakka hizmet yolunda olacağım.”

Gerek Genel Başkanlık döneminde, gerekse daha sonra, günümüze kadar, yaşadıkları ve söyledikleri ile bu davanın bir neferinden öte kumandanlarından olduğunu gören gözlere göstermiştir. İslâm düşmanlarının her türlü yolları deneyerek alternatif İslam gençliği yetiştirme yoluna gittiği bu 38 yıllık zaman dilimi bizlere hakîkati haykırıyor: Zamanımızda mazi âti arasındaki köprü ancak bu zatın muhafaza etmeğe çalıştığı köprüdür. Diğerleri hayaldir ve batmaya mahkûmdur!

1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesini yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen zararlı rüzgârlara kapılmayan, maneviyatı kuvvetli, bugünlerde memleket idaresinde söz sahibi olan Müslüman Türk Gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakiki fonksiyonunu icra eden bir teşkilat haline getirmiştir.

Kuruluş gayesine yönelik faaliyetlerini 1971 yılına kadar aralıklı devam ettirmeye çalışan MTTB, bu tarihe kadar belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Bir önceki dönem Genel Muhasiblik vazifesinde iken, Türkiye Temsilcisi olarak katıldığı “Dünya Gençlik Kurultayı”nda ön plana çıkan, konferans müddetince Birleşmiş Milletler binasında Müslüman Ülke temsilcileri için ezan okutturup, mescid açtırarak namaz kılmalarını temin eden Muhterem Ömer Öztürk’ün 26 Mart 1971 yılında Genel Başkan olmasıyla, MTTB, gerçek kimliğine bürünüp, temsil ettiği misyon için iftihar vesîlesi olmuştur.

MTTB’nin gerçek sahiblerinin bu teşkilata sahip çıktıklarını fark eden belli mihraklar, Bakanlar Kurulu Kararı ile MTTB’ye tahsisli olan binasını 1971 sonu el altından bedava denebilecek bir fiyata Halkevlerine satışını yapmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün son andaki müdâhalesiyle bu oyunları boşa çıkmıştır. Bu amaçlarını gerçekleştiremeyince, bu kez 1972 yılı sonunda sırf MTTB’yi kapatmak gayesiyle 1630 sayılı Dernekler Kanunu çıkarılmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün üstün gayretleri ve kıvrak zekâsı sayesinde kanuna rağmen mahkeme kararıyla MTTB ayakta kalmıştır.

Bu döneme kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Öztürk’ün Genel Başkan olmasıyla, hiçbir mihrakın kontrolü ve desteği olmaksızın ve Türkiye’de bu mihrakların sahnelediği senaryoların hiçbirinin aktörü olmadan, Türkiye’nin en güvenilir teşkilatlarından biri olmuştur.

Muhterem Ömer Öztürk Ağabey’in verdiği bu rûh ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devam ettirmiştir. Bu dönem, gençliğin sokaktan kütüphaneye ve kitaba, ilmî ve kültürel çalışmalara çekildiği dönem olmuştur.

12 Eylül 1980 ihtilâline kadar bu gayesini devam ettiren Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibaren memleket idaresine el koyan Askerî Yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde gençliğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği bütün mevcudiyeti Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey tarafından 21

Haziran 1971’de kurulan Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
1980 ihtilâli ile faaliyeti durdurulan MTTB’nin 1986 yılında İstanbul Valiliği tarafından fesh edilmesi neticesi tüzüğünde bulunan “Fesih halinde tüm mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na devredilir” maddesi gereğince yine İstanbul 1. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 12.02.1988 tarih ve 982/72 no’lu kararıyla bütün mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiş, böylece MTTB’nin tek vârisinin de Fatih Gençlik Vakfı olduğu karar altına alınmıştır.

Fatih Gençlik Vakfı, tâ kuruluşundan beridir, Üniversite Gençliği’nin maddî ve ma’nevî her türlü ihtiyacına cevap vermek için, Kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün maddî ve ma’nevî yardım ve himmetleri ile faaliyetlerini devam ettirmektedir.

İlim ve irfânı yüksek olan Ömer Muhammed Öztürk Ağabey’in hizmetleri bununla da sınırlı kalmayıp Ehl-i Sünnet akâidinin güçlenmesi ve Ümmeti Muhammed (s.a.v.)’in istifâdesi için Misvak Neşriyat’ı kurmuş ve ilk olarak da “Âlemlere Rahmet Olan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz” isimli kitabı hazırlattırıp neşretmiştir. Daha sonra istişâre için oluşturduğu 15-20 kişilik bir heyet vâsıtasıyla kaleme alınıp yayınlanması gerekli olan eserleri ve konuları tesbît etmiş ve İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (r.a.)’in hayatı, düşünce ve eserleri hakkında çalışmalar yapmaya karar vermiştir. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Vakfı’ndan kısaltma olan Misvak Neşriyat’ın ana gâyesi de bu ilk çalışmalarla şekillenmiştir.

Tabi ki yayın heyetinin uzun yıllar çalışması neticesinde birçok aksaklıklara rağmen Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey’in himmet ve gayretleri ile İmâm-ı A’zam (r.a.) hakkında ilk olarak İbn Hacer el-Heytemî’nin Mevâhibü’r Rahmân fî Menâkıbi’l İmâm Ebî Hanîfete’n Numân isimli eseri, Manastırlı İsmail Hakkı hazretlerinin Osmanlıca tercümesinden Türkçe’ye sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Daha önce heyette bulunan ve aynı eserin arapçasını tercümeye devâm ederken trafik kazâsında kaybettiğimiz Cevat İzgi’yi ve toplantılara fiilen iştirak eden Merhum Vahit Çabuk’u da rahmetle anıyoruz. Arapça ismi İlâü’s-Sünen olan büyük kaynak eser, Hadislerle Hanefî Fıkhı ismiyle Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabey’in bizzat emekleriyle yayınlanmaktadır.

Hadislerle Hanefî Fıkhı kitabını gözleri yaşlı okuyan ve bizzat tashih eden Ömer Muhammed Öztürk Ağabey, Ümmetin kandili olan İmâm-ı Azam (r.a.)’i ve eserlerini ihyâ sebebiyle O Nebî-yi Muhterem (s.a.v.)’in dînini ikâme etmekte hayâllerimizin yetişemediği bir gayret ve hassasiyet göstermektedir.

Allâhü Te’âlâ İki Cihan Serveri Resûlullâh (s.a.v.)’in nûrlu yolunda gidenlere cümlemizi dâhil eylesin. Sevdiklerinden bizleri ayırmasın. Şefâatlerine nâil eylesin. Âmîn.

Not: Yakın tarihimizde Şer-i Şerîfin (İslâmî yaşantının) kaldırılması ve sonra neşv ü nevâ bulmasının iyi anlaşılabilmesi için Muhammed Es’ad Erbilî Hazretlerinin, Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Hazretlerinin ve bu yolun devamının hakîkî vekîli olan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabeyin hayatlarının iyi bilinmesi gerekir. Bu düşünceden hareketle; yukarıda özetini verdiğimiz, her safhasında çok mühim dersler ve ibretler bulunan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Ağabeyin hayatlarını kendi anlatımlarıyla, not edebildiğimiz kadarıyla sunmaya çalışıyoruz:

DOĞUMLARI VE NESEBLERİ

13 Ağustos 1946 Adana’nın Seyhan Kazası Tepebağ Mahallesinde doğdum. Seyhan kazası daha sonra kaldırıldı. Adana merkez ilçesi oldu. Nüfus kâğıdında bu şekilde kayıtlı idi.

İkâmet adresimiz Tepebağ mahallesi Hacı Hamit sokak 10/67 idi.
Peder ben doğduğumda nüfus kütüğümüz henüz Tarsus’tan Adana’ya naklettirmemişti.

Onun için nüfus kâğıdımda doğum yeri Tarsus olarak yazılmıştı.

Benim doğduğum sene için rahmetlik peder şöyle derdi: “Bu sene benim için büyük fütuhatlara sebep oldu. Senin doğduğun sene Üstâdımıza bağlandık, Ona evlad olduk; O sene hacca gittim; rüşvet girdiği için müteahhitliği bırakmak istiyordum, yine müteahhitliği bu sene bıraktım demir ticaretine başladım. Ya Rabbi kadının girmeyeceği ve alışveriş etmeyeceği bir iş nasîb eyle diye duâ ederdim. Hakîkaten demir ticaretinde kadın hiç yoktu ve uzun süre bu işi yaptık”.

KUR’AN EĞİTİMİNE BAŞLAMASI VE İLKOKUL YILLARI

İlkokuldan önce Adana’da Şeyhoğlu Camii imamlarından Ahmet Hoca’dan (Allah rahmet eylesin) Kur’an öğrenmeye başladım. Ahmet hocadan sonra Adana’da Recep Hafız ile Kur’an eğitimine devam ettim. 1951 yılında Hazreti Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un,

1955’te babamın İstanbul’a hicret etmeleriyle İstanbul’a yerleşmiş olduk.

Bir sene İstanbul’da Hekimoğlu Ali Paşa Camii imamı Hilmi Toros hocadan tecvid ve kıraat öğrendim.

İlkokulu Adana’da okumaya başlamıştım. 4. 5. sınıfları Erenköy Zihnipaşa ilkokulunda okudum. Böylece ilkokulu Erenköy’de tamamlamış oldum. (Erenköy Zihnipaşa İlkokulu camiinin müştemilâtı idi. O camiyi yaptıran Zihni Paşa oraya da medrese yaptırmıştı, sonra ilkokula çevirmişlerdi. Şimdi kız Kur’an kursu veya sanat okulu olmuş.)

GALATASARAY LİSESİ YILLARI

Lise tahsiline Galatasaray Lise’sinde başladım.

Fransız eğitimi (Türkiye’de) ikiye bölünmüş; Saint Joseph ve Galatasaray Lisesi… Her ikisi de Türkiye’de ayrı görevleri icra eden misyonları vardı.

Galatasaray Lisesi’nde yaşadığım dikkati şayan anılarım oldu. Onlarda birkaçını nakledeyim:

Galatasaray Lisesi’nde 130 Kişi ile Oruç Tuttuk.

Lisede yatılı okulda okuyorduk. Oruç için yirmi beş kişi müracaat etmiştik. Müdür Ali Teoman Bey: “Yirmi beş kişi nasıl yemek yiyeceksiniz. Burada sabah, öğlen bir de akşam yemeği çıkıyor. Size başka yemek veremeyiz” demişti.

Gündüz okuyan çocukların yediği yemekhane vardı. Müdür Beye “Müsaade ederseniz akşam ve gece o yemekhane boş. Orada sadece öğle yemeği yeniyor. Çıkarılan yemeklerden bize saklanırsa, biz o yemekleri orada akşam ve gece yeriz ” dedim.

Müdür Bey: “Gece o yemeklerin ısıtılması lazım. Soğuk soğuk yiyemezsiniz. Hademeler de bu işi yapmazlar” dedi.

Siz müsaade ederseniz ben hademelere yaptırırım. Yeter ki siz izin verin” dedim. Böylece 25 kişi ile başlamış olduk. Son senemizde de oruç tutan 130 kişi idi.

Suudi Arabistan Büyükelçisi Osman Durak, Büyükelçiliği sırasında bizim eve gelmişti. O ziyaretinde lisedeki oruç tutmamız da mevzu olmuştu. Ben akşam namazımı kılmak için dışarı çıkınca, “Sen damat Ömer ile otur” dedim. Ben dışarı çıkınca Osman: “Bize orada zorla oruç tutturdu, şimdi de namaz kıldıracak herhalde” demiş. Hâlbuki orada zorla tutturduğumuz yok. Oruç tutarsanız yemek çıkıyor vs. diye teklif ediyorduk o kadar…

Bizim okulun müdürü Ali Teoman Bey Yükseköğretim Genel Müdürlüğü’nden kendi isteğiyle Galatasaray Lisesi Müdürlüğü’ne gelmişti. İftar açarken Müdür Bey geldi. “Siz iftar açarken ne söylüyorsunuz?” diye sordu. Bildiğimiz, iftar açarken okuduğumuz “Allahümme leke sümtü…” diye başlayan duâyı söyledim. O dedi ki: “Bak yanlış biliyorsun hoca, bunları iyi öğren.” (Zaten orada hoca dedi, adımız hoca olarak kaldı ondan sonra.)

“Ya ne diyeceğiz?” dedim.

Allahümme ya Vâsia’l mağfirati iğfirlî diyeceksin” dedi. Demek ki çocuklukta öğrendiği bu duâyı unutmamış. Dedim hocam o söylediğiniz duâ iftar saati beklenirken söylenecek. “Ey mağfireti sonsuz olan Allahım! Beni bağışla demektir” dedim.

Yok dedi sen bunu git bir sor dedi. Baktı ki iş tersine gidiyor, konuşmayı bıraktı.

BATININ HOŞGÖRÜSÜ

Galatasaray Lisesi’nde Felsefe hocası Per Gotiye vardı. Bu adam sıradan bir adam değildi. Her türlü İslâmî tahsili en güzel şekilde yapmış. Arapçayı da çok güzel biliyordu. Papanın seçiminde 80 kardinal içinde 2 tane kalmıştı. Papa Jan Pol seçilince Per Gotiye İtalyan kilisesine kendisini tayin ettirerek burada papazlık yapmıştır. Bu kilise ara perdeden pek gözükmezdi. Denizden bakıldığında devasa bir bina olarak görülürdü.

Hatta rahmetle anılmasına vesile olsun, Galatasaray’dan mezun Sait Mutlu Ağabey vardı (Allah rahmet eylesin).  Beni Orhan Batu ile tanıştıran da o idi. Ayaklı kütüphane derlerdi ona, iyi bir kimse idi. Bir gün felsefe hocamız Per Gotiye ile münazara, münakaşa ederken Sait Bey demişti ki: “Ya Per Gotiye, Lâ ilâhe illallah diyorsun, Muhammedun Resûlullah diyorsun. Neden ikisini birlikte söylemiyorsun.”

Per Gotiye: “O kadar ileri gitme Sait” derdi.

Tabi fikir sahibi adam olduğu için öyle hemen reddedemiyor. Yani “Allah’ın bir olduğunu sâlisü selâse olmadığını” Sait Abi anlatınca tamam diyor; “Nebi (s.a.v.)’in risâleti anlatılınca” ona da tamam diyor. “Eee Hoca! şunu birleştirelim” deyince “O kadar ileri gitme” diyor. Sait Abi ile yaptığı münazarada…

AVRUPANIN DEMOKRASİSİ

Tabii dışarıda bize senelerdir çok büyük propaganda yapıyorlar. Cumhuriyet kurulduğundan beri Avrupalı şöyle demokrattır, Avrupalı böyle insan haklarına saygılıdır diye… Avrupalı hâkimiyet sahasına tecavüz etmediğin müddetçe demokrat görünür. Hele onların bir hâkimiyet sahasına giriyor olun da o zaman görün demokrasiyi, özgürlüğü..

Bir zaman Fransa İçişleri Bakanı 20 sene önce başörtülü okula girme meselesi için “Eğer bir bez parçasından Fransa devleti korkacaksa o zaman batmışız demektir” diyordu. Eee ne oldu şimdi? 20 sene evvel tehlike değilken okula alırken; şimdi tehlike olunca okula almıyor, kendi hâkimiyet hudutlarına girmediğin müddetçe demokrat görünürler o hudutlara gelince ne demokrasi kalır ne özgürlük ne de insan hakları.

TÜRKLERİ AYDA BİLİRDİK

Biz lise 3. sınıftayken derste Fransız edebiyatı hocası şöyle demişti: “Biz Türkleri, Osmanlıları aydan gelmiş adamlar zannederdik.” (16. asırdı söylediği zaman)

Ben parmak kaldırdım. Bizim orada böyle şeyler serbestti, fikir münakaşası yapılırdı. Konuşabilirsin, fikrini rahatça söyleyebilirsin; sadece ben hariç, herkes ne isterse söyleyebilir, ben söyleyemem.

Elimi kaldırınca hoşlanmadı ama ne diyeceğimi de bilmediği için, “söyle, buyur” dedi.

Ben de ona şu kıssayı anlattım: “Fransa Kralı Fransuva 24 Şubat 1525’te Kuzey İtalya’da Pavia savaşında Şarlken’in ordularına karşı yenilip esir alınmıştı. Fransuva’nın esareti sürüyor hiç bir Avrupalı devlet Şarlken’i yola getiremiyordu.  Fransızlar çıkış yolunu Babıali’ye müracaatta buldu ve Kanuni’ye yakaran bir mektup gönderdiler.  Kanuni 1526 yılının Ocak ayında yardım isteğine karşı gönderdiği fermanda Osmanlı tahtının haşmetini bütünüyle zikrediyor, Fransa’yı sıradan bir vilayet, kralını ise ünvansız addediyordu.

“Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara tac veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Azerbaycan’ın ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Medîne’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Fransuva’sın. Hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip, ülkenizi düşman istila edip, şu anda hapiste olduğunuzu bildirip, kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. Her şeyden haberdar oldum. Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup, üzülmeyesiniz. Böyle bir durumda atalarımız düşmanları mağlup etmek ve ülkeler fethetmek için seferden geri kalmamışlardır. Biz de atalarımızın yolundayız ve daima memleketler ve alınmaz kaleler fetheylemekteyiz. Gece gündüz daima atımız eyerlermiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Yüce Allah hayırlara bağışlasın. Allah’ın istediği ne ise olur. Bundan başka haberleri gönderdiğiniz adamınızdan öğrenesiniz. Böyle biliniz.”

Daha sonra Kanuni Şarlken’e Fransa Kralı’nın derhal kaydıyla serbest bırakılmasını, aksi halde bahara yanında olacağını bildirdi. Şarlken bu haşmetli Cihan imparatorluğunun baskısıyla Fransuva’yı serbest bıraktı.

Kıssayı anlattıktan sonra şöyle sordum: “Sizin kralınız Fransuva’nın anası kime müracaat etmişti; aya mı müracaat etmişti, yoksa Osmanlı sultanına İstanbul’a mı müracaat etmişti.”
“Her zaman da zaten sen mevzu dışına çıkarsın” dedi.

Dedim ki: “Seninki mevzu dışı olmuyor benimki mevzu dışı oluyor. Sen dedin ki biz Osmanlı’yı uzaydan gelmiş insan bilirdik, ben de sizin kralınızın anasının Osmanlı’ya müracaatını sordum. Aya mı müracaatını yapmış, yoksa İstanbul’a mı cevabını ver bunun.” Bunun mevzunun dışına çıkacak durumu yok.

“Peki, anlaşıldı söyleyeceğiniz. Buyurun yerinize oturabilirsiniz” dedi.

Yani öyle dışarıdan göründüğü gibi modern insanlardır, demokrat insanlardır; hikâye fasarya bunlar. Kendi hâkimiyet sahalarına dokunursan ne demokrasi tanırlar ne de insan hakları…

ÜNİVERSİTE YILLARI VE MTTB YÖNETİM KURULU ÜYELİĞİ

Üniversiteyi şu an Marmara Üniversitesi rektörlük binası olarak kullanılan Sultanahmet’te İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudum. Okula kaydım olduğu halde devam mecburiyeti olmadığı için devam da etmiyordum.  O zamanlar ticaretle uğraşıyordum. 1964 senesinde bizim aile şirketlerine ortak olarak 37. Grup Ticaret Odası’na Demirciler Grubu’na kaydolmuştum. Talebe birliği mevzuu ortaya çıktı. Çeşitli vesîlelerle 48. dönem yönetim kurulu üyesi oldum.

Tabi talebe birliğinde yönetim kurulunda bulunuyordum, yönetim kurulu güya en üst organdı ama bir fonksiyonu yoktu. Toplantı da yapmaz, karar da almaz, başkanın aldığı kararla yılda sadece 2 defa toplanır o kadar.

1970 DÜNYA GENÇLİK KURULTAYI

İşte 70 senesinde, Amerika dünya gençlik kurultayını topluyordu. Yüksek tahsil gençliğini temsil etmek için Talebe birliğinin temsilcisini istediler. Birkaç kişi bulduk, onlar da Gençlik Spor Başkanlığının lisân imtihanını kazanamadı. Yine iş bize düştü. Ben kendim gitmeyi istemiyordum çünkü o zamana kadar dersleri geri bırakmaya, sınıfta kalmaya alışık değildim. Derslerin bir kısmını bırakıp 70 yılında Temmuz’da Amerika’ya gittim.

Dünya Gençlik Kurultayı’nda 26 gün kaldık. Tamamıyla Amerikan propagandası… Dünyanın çeşitli ülkelerinden gençlik temsilcilerini toplamışlar. Orada Amerikan emperyalizminden konuşuluyor. Barış komitesi başkanı Filistinli, kırmızı başörtülü Muhammed adında Müslüman çocuktu. Herkese 5’er dakika konuşma müddeti tanınıyor. Rus delegesi 25 dakika konuştu bir şey demedi. Ben konuşmaya başladım konuşmam beş dakika olunca hemen kesti. Söyleyeceğimi bitirtmedi. Yani dedim ki: “Hepimiz kalkıp Amerikan emperyalizminden bahsediyoruz neden Rus emperyalizminden bahsetmiyoruz.” Ve İslam ile alakalı birkaç bir şey söylemiştim mikrofonu kapattı. O sırada (1968’de) Rusya Çekoslovakya’ya girmişti. Hatta giriş öyle ki başbakan Alexander Dubçek direnmeye kalktı. Adamın ağzını burnunu kırdılar döverek Moskova’ya götürdüler.  Memlekete geldiğinde, “Banyoda ayağım kaydı da yüzüm gözüm, onun için böyle” demişti. Banyoda düşen adamın bütün vücudu çürük içerisinde olmaz herhalde.

 

Dışarı çıkınca ona dedim ki: “Sen ne biçim Müslümansın Rus’u 25 dakika konuşturdun, 5 dakika sonra benim konuşmamı kestin?”

O da: “Taraf tutuyor demesinler diye böyle yaptım” dedi.

“Peki, Rus’a 25 dakika müsaade edince taraf tutmuş olmuyor musun?” dedim.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BİNASINDA MESCİD

Açılış konuşmasını Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri yapmıştı. Teker teker elimizi sıktı “hoş geldin” dedi. Sıra bize geldiğinde “Benim bir maruzatım olacak size, nasıl bulurum sizi” dedim.

Genel Sekreter odası var, özel kalemime müracaat et, görüştürürler seni” dedi.

Özel kaleme genel sekreterle görüşmek için müracaat ettim. Genel sekreter (U. Thant)’a  “Burada 40 küsur Müslüman ülke temsilcisi, bir sürü de Müslüman var. Namaz kılmamız lazım, bize bir oda tahsil etseniz de namaz kılsak” dedim.

Ne lazım” dedi.

Kullanılmamış temiz bir halı olursa, bir de 40 kişinin namaz kılacağı bir oda olursa” dedim.

Hakîkaten de yeni halıyla döşenmiş bir oda verdiler. Cuma namazı için de yüksekçe bir basamak istemiştim, onu da verdiler.

New York Müslümanlarının bulunduğu bir cami vardı oraya gittik. O Cemiyetten namaz kıldıracak hutbe okuyacak bir imam istedik. Mısırlı bir adamcağız gönderdiler Allah selâmet versin; tam 1,5 saat hutbe okudu. Ben zaten Müslüman ülke temsilcilerinin hepsini yalvara yakara namaza çağırmıştım. Toplantı başladı diye çıktı gittiler. İmam, ben ve Endonezyalı bir Müslüman kaldık.

Çünkü geç kalırlarsa verilen 100$ harcırahı alamayacaklardı.

Mısırlı İmam da fırsat bu fırsat, dünyanın her tarafından gelmiş olan bu gençleri nereden bulurum diye 1,5 saat hutbe okudu.

Allah’ın lûtf-u keremi 26 gün, günde 3 vakit Birleşmiş Milletler binasında bağıra bağıra hoparlör ile ezan okuttum. Mısırlı arkadaş (Allah razı olsun) orada üç vakit ezan okudu, gelenlere de namazlarını edâ ettirdi. (5 namaz vaktinden 3’ünde orada bulunuyorduk.)

Tabi bunu mühim bir şey diye ele alıp incelersen çok mühimdir. Ne olacak dersen o zaman da diyecek bir şeyim yok. Birleşmiş Milletler binasında kuruluşundan bugüne kadar, hiç başka ezan okundu mu acaba? Ben hatırlamıyorum.

DÜNYA GENÇLİK KURULTAYI’NDAN SONRA KANADA’DA KONFERANSLAR

Amerika’daki Dünya Gençlik Kurultayı’ndan sonra bir haftalığına Kanada’ya gitmiştim. Daha düşük iştirakli bir yerdi. Toplantıyı tertip edenler, önce konuşma metnini istiyorlar sonra konuşmayı da o metinden yapmamızı istiyorlardı. (Metinleri de vardı ama bulabilirsek faydalı olur).

Birkaç konuşma yaptık. Orada kendimize göre bir şeyler söylemeye çalıştık.

Türkiye’de de UNESCO’nun çeşitli toplantılarına iştirak ediyorduk. UNESCO Türkiye Milli Komitesi başkanı Vildan Asır Savaşır vardı. İstanbul’da koca koca profesörler giderdi o toplantılara, para da veriyorlardı uçak bileti de. (O zaman uçağa binmek baya bir şeydi, önemli mesele). Böylece birkaç beynelmilel toplantılara iştirak ettik.

MTTB BAŞKANLIĞI

Burhâneddin’in Başkanlığında Talebe Birliği yürümeyince “İllâ riyasette bulun, yoksa birlik elimizden gidecek” dediler.

Efendi Hazretlerine soramadım Adana’da Sâmî Efendi Hazretlerinin halîfesi Hasan Efendi Amca vardı gideyim ona sorayım dedim. (69 senesinde)  Adana’da gittim orada bir hafta beraber bulunduk ondan sonra hastalandı enfaktüs geçirdi bir hafta sonra da irtihal etti iki tane sual soracaktım, ikisini de soramadan İstanbul’a geldim.

Sonra Allah hatırıma getirdi ki ben sormadan cevabını vermiş… O hastalıktan evvelki sohbetlerin birinde, “Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâlar olsun burada bir avuç da olsa Müslümanlar olarak varsınız. Bab-ı Âlî’de pâyitahtı Osmânî de Allah diyorsunuz, bu ne büyük nimettir” demiş idi.

Demek Hasan Efendi Amca kerâmeten minallah sorumun cevâbını vermiş oldu.

Ondan sonra talebe birliği başkanlığı için Efendi Hazretilerinden izin talep ettiler. Musa Bey, Osman Çataklı, Efendi Hazretlerine gidip, “Efendim,  Ömer’e Talebe Birliği Başkanlığı için izin verirseniz gençliğe hizmeti olacak, İslâmî gençlik yetişecek… Kendisine biz teklif ettik MTTB başkanlığını kabul etmedi, kendisine talimat verseniz de şu başkanlığı kabul etse” dediklerinde,

Hazreti Sâmî (k.s.):

İnşâallah Orada İslâmî Gençliği Yetiştirmeye Vesîle Olursunuz” demişlerdi.
Fakir ile ilgili kendilerine sordum: “Efendim siz bana, İslâm gençliği yetiştirmek için hayırlara vesîle olursunuz git başla buyurdunuz. Başımın üstünde yeri var, bana bir şey demek düşmez ama talebe birliği siyâsî bir yer. Siyâset de yalanla daima iç içe. Ben sizden ne öğrendim? Çok şeyler öğrendim. Ama bir tanesine çok dikkat ediyorum; her hususta onu tatbik etmeye çalışıyorum. O da: “Mutlaka dürüst olmak, kesinlikle yalan söylememek.”

Efendi Hazretleri aynen buyurdular ki: “Dürüstlük en büyük siyâsettir. Yalan söylememek şartıyla, bu dürüstlüğe devam etmek şartıyla ağzınıza geldiği gibi konuşursunuz. Allah muvaffak etsin” Hakîkaten de söyledikleri gibi oldu. Ağzıma ne geldiyse dürüstlükten taviz vermeden konuştum.

Böylece MTTB başkanlığı gerçekleşmiş oldu.

KİŞİ KENDİ AĞIRLIĞINI BİLMELİ

Ben Talebe Birliğinin işleri için Ankara’ya devlet büyükleri ile çeşitli temaslar yapmaya giderken, arkadaşlar alışsınlar benden sonra da bu temaslara devam etsinler diye her seferinde farklı birini götürüyor idim.

Talebe Birliğinin eski başkanlarından (ismi lazım değil), şimdi Talebe Birliğinde şöyle yaptım, böyle yaptım diyerek mangalda kül bırakmıyor, başkanlığı sırasında Ulaştırma bakanı ile randevusu olduğu halde Ankara’da 11 gün beklemesine rağmen görüşemeden geri gelmişti. Allah’a şükür görüşmek isteyip de gidip görüşemediğimiz kimse olmadı, Başbakanla bile hem de kapısında hiç beklemeden görüşüyordum.

Bir sefer Cumhurbaşkanlığı’nın resepsiyonu olmuştu. Bütün devlet erkânı orada idi. Randevu alma ihtiyacı olmadan, kimleri istersen bulup görüşebiliyorsun. O resepsiyona, kimya mühendisi olan bizim eski arkadaşlardan Orhan Yentürk’ü götürmüştüm. Çeşitli bakanlıklardan birçok bakanla görüşmelerde bulunduk. Döndüğümüz zaman Orhan dedi ki, “Yahu Ömer Ağabeyle gidince ben zannettim ki devlet erkânı konuşacak (başbakanı, bakanları, mebusları vb.) biz de dinleyeceğiz.Kimin yanına gittiysek, Ömer abi konuştu onlar dinledi.”

Esas mesele kişinin kendi ağırlığını bilmesi, onların da bizim gibi bir insan olduğu ve bize ne gibi ihtiyaçları olduğunu bilmek. O zamanlarda talebe meselesi mühim bir hadise idi. 1968’de kavgaların döğüşlerin çok fazla olduğu, dünyada talebe hareketlerinin çok ileri olduğu bir dönemdi. Siyasilerin talebe temsilcilerini kazanma hedefi vardı. İşte onların da bizim gibi birer insan olduğu ve bizlere nasıl ihtiyaçları olduğu bilinir ve ona göre de hareket edilirse, Allah’ın izniyle muvaffakiyet nasîb ve müyesser olur.

 

RIFKI DANIŞMAN’IN BİR GÜNDE TELEFON BAĞLATMASI

Talebe birliğinde hatıra çok; bunlardan birkaçını zikredelim.

Meşhur Zuhuri Danışman var, onun oğlu Rıfkı Danışman ulaştırma bakanı idi. Biz talebe birliği olarak Çanakkale’ye 18 Mart törenlerine gitmek için gemi istemiştik. O sene gemi vermediler. Bunun üzerine ulaştırma bakanı Rıfkı Beyle görüşmeye gittim.

Başbakanlık binasında (eski başbakanlık binası) bakanlar kurulu salonu ile başbakanlık karşı karşıya idi. O arada Rıfkı Danışman ile konuşuyoruz. 12 Mart ihtilali olmuş; o hükümetin ulaştırma bakanı.

Orada, “Ayıp ettiniz, bize gemiyi vermediniz” diye Ulaştırma Bakanı Rıfkı Danışman’a bağırıp çağırıyorum.

Evlâdım, askerler vermedi” diyor.

Ben bir daha aynı şeyi söyleyince o yine;

Evlâdım, askerler gemiyi vermedi. Ezan okuyormuşsunuz. ‘Şimdi gemilerde ezan okuyacak bunlar onun için gemi veremeyiz’ diyor askerler. Benim yapacağım bir şey yok. Başka bir şey varsa söyle yapayım” dedi.

Ben orada bağırıp çağırırken bir ses duydum: Bana “Yavaş konuş bağırma” diyordu. Tanıdığım biri bu ama Allah Allah hiç kimse de yok. Korumalar var, polisler var. İçeride bakanlar kurulu toplantısı var. Rıfkı Bey de içeri girecek. Yine sesimi böyle yüksek tutunca bir daha böyle, “Yavaş konuş bağırma” diye ses duydum.

Demek ki Hazreti Sâmî (k.s.) Erenköy’den oturduğu yerden, “Bağırma yavaş konuş” diyordu.

Nebî (s.a.v.) Efendimiz “Latîfe ediniz” diyor. O’na uyarak Necip Fazıl’ın bir hikâyesini anlatayım:

Bir adamın oğlu evindeki eşyaları çalıp, götürüp satıyormuş. Babası demiş ki: “Yâ oğlum! Beni dışarıya rezil ediyorsun. Varlık sahibi bir adamım. Neden eşyaları çalıp satıyorsun. Bari çalacaksan, satacağın eşyayı bana sat da dışarıda rezil olmayayım.” Çocuk hemen bastığı halıyı göstererek “Şuna ne verirsin baba” demiş. Demek o halıyı gözüne kestirmiş, götürecek ki “baba şu halıya ne verirsin” diyor.

Şimdi benimki de o hesaba döndü. Rıfkı Bey’e bir taraftan bağırırken, “yapabileceğim bir şey var mı” dediğinde, Necip Fazıl’ın tabiriyle “volfast” yapıp, yüksek perdeden alçak perdeye geçerek “O zaman telefon bağlat dedim.” Çünkü bizim diğer telefonların hepsi hacizli idi, zorla açtırıp kullanıyorduk. O zamanlar yeni telefon bağlatmak çok zor işti. Şöyle ki 1958’de müracaat ettiğimiz telefon 1974’te, yani 16 sene sonra bağlandı. Rıfkı Beyin bağlattırdığı telefon 263003’tü, sonra 5263003 oldu. Halen var bu telefon vakıfta. Adam hemen talimat verdi: “Hemen bugün telefon bağlansın, Ömer Bey bugün konuşacak” diye. Hakîkaten o akşam da telefonla konuştuk.

Allah şefaatine nail etsin. Elhamdülillah bütün bu işler Hazreti Sâmî’nin himmet ve kontrolünde oldu. Birleşmiş Milletler binasındaki ezan işi de bunun gibidir. Diğer birçok işler de bunun gibidir.

SÜLEYMAN DEMİREL İLE GÖRÜŞME

Demirel’i o zaman 12 Mart 1971 muhtırasıyla düşürmüşlerdi. Önce Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu hükümet kurdular. Seçim yapıldı ondan sonra Ecevit ile Necmeddin Bey geldiler. Demirel o sırada evinde göz hapsinde, girip çıkması kontrol ile oluyor.

Osman Çataklı İstanbul Teknik üniversiteden Süleyman Demirel’in sınıf arkadaşı idi. Süleyman Demirel ile arkadaşlıkları da devam ediyor. Osman Çataklı ona “ağa, ağa” derdi başbakan iken. Kardeşi Hacı Ali Demirel ve Osman Çataklı, her ikisi de onunla görüşmem için ısrar ediyorlar, sürekli arıyorlardı. Osman Çataklı (ki benim talebe birliği başkanı olmam için Efendi Hazretlerine söyleyen kişiydi) “Ömerciğim illa ağa seninle bir görüşmek istiyor.” Öyle ettiler böyle ettiler beni o Güniz Sokak’taki meşhur evine götürdüler. Gece saat on ikide gittim, saat dörtte çıktım. Dört saat oturdum kendisiyle.

Benim bir âdetim vardı o zaman, kendimi daha ötedeki durumlara hazırlamak için görüşmelerden sonra,  görüşmeyi değerlendirirdim. Ne konuştuk, o ne söyledi, ben ne söyledim, şu anda gönlüm mutmain mi, söylediklerimden eksik olan bir şey var mı? (başka bir konuşmada tamamlayacağım o eksiği)

Ulus’ta Taç Otel vardı, Ali Bey diye bir adamcağızın oteli. İçki olmadığı için orada kalıyordum. Oturdum kendi kendime yahu biz bu adamla dört saat konuştuk. Yanımızda hiç kimse de yoktu Allah’tan başka, konuşmayı duyan da olmadı (tabi dinleme cihazları vardı yoktu onu bilemem). Peki, bu adam beni bir şey için çağırdı. Ne söyledi bana burada, ne anlattı bana? Çıkardığım iki şey: O diyor ki: Her hususta mutabıkız, iki şey hariç; bir, senin hayatının tek gayesi İslâm’ı yaşamak; bizim hayatımızın gayesi bu değil.  Ha buldum, benimle ne sebeple konuşmak istiyormuş. Evinde göz hapsinde olduğu için kimse ile görüşemiyor. Yaptığı araştırmaya göre de bu Ömer her tarafa giriyor çıkıyor. Askerin her kademesi ile arası iyi.

GENELKURMAY BAŞKANI SEMİH SANCAR İLE GÖRÜŞMELERİ

O zaman Semih Sancar Genelkurmay Başkanı idi. Semih Sancar’ın baldızı, yani hanımının kız kardeşi benim liseden arkadaşımın annesi idi. İhtilal sırasında adamdan randevu istersen alamazsın, asla da görüşemezsin.

Arkadaşımın annesinin yanına gittik. Genelkurmay başkanından randevu alması için ablasına telefon açtı. “Abla bak bizim oğlanın okuldan arkadaşı olan sevdiğim bir çocuğu gönderiyorum. Bunu paşa ile görüştüreceksin.” dedi. Paşanın evine gittik. Hanımına derdimizi anlattık. Hanımı paşaya telefon açtı, aynen şunları söyledi “Semih! Bizim yeğenin okuldan arkadaşı sevdiğim bir çocuğu sana gönderiyorum. Kapıda falan bekletmeyesin. Çocuğun işini görürsün, tamam mı?” dedi ve telefonu kapattı.
Bana da “Tamam oğlum, sen şimdi git. Seni bekliyor. Seni paşa ile görüştürecekler.” dedi. Ben genelkurmay başkanlığına kaç defa girdim-çıktım. Randevunuz olduğu halde nüfus cüzdanı bırakırsınız. Aşağıdan yukarıya kadar kaç defa sorgudan geçersiniz. Daha neler neler…

Oraya gidince kapıdaki merasim askerinden başlayarak “Sen Ömer Öztürk müsün?” dediler. Ta aşağı kapıya haber vermiş. Yukarıya kadar ne bir kimse nüfus kâğıdı sordu ne de başka bir şey. Yukarı çıktım emir subayı “Komutanımızın bir görüşmesi var sonra sizi içeri alacağız” dedi. Böylece görüştüm, işimi de halletti.

İşte bunları takip ettiği için, Demirel’in yaptığı kurnazlık ne: “Bu Ömer hoşlanmasa da benim ne olduğumu ve neye düşman olduğumu bu askerlere söyler.” Hakikaten ben bunu tespit ettiğim halde (tespit etmeden söylesem de olabilir insanlık hali, her şey olabilir) işime öyle geldiği için çok yerde de söyledim ve böylece adamın planı tutmuş oldu.
O zaman nurcular çok büyük bir propaganda yapıyorlardı. İslâmköy’den geldi İslâm’ı  getirecek vs. edecek diye…  Yine Mehmet Kutlular (Yeni Asya grubu) onun arkasındaydı.
Buradan tafsilat vermemizin faydası şu olabilir. O tip bir dönemde bütün toplantıların hepsi izin ile yapılmak durumundaydı. Sıkıyönetimden izin alınıyordu. Her toplantı için aylık bir liste veriyorduk, Faik Paşa’ya tasdik ettiriyordum. Bugünkü serbest şartlarda neler neler yapılabilir.

Bu toplantıların ne faydası oluyor? Mesela bir okulda on üç kişi bulamazken dört yüz kişi bulduk. Okulun önüne seçim sandığı koyarak üç-dört yerde seçim kazandık. Bizim için düşünülecek bir şey değildi. Adımız “ecmaînler”di. Okullarda kızlar mızlar hep “ecmaînler”e vereceksiniz diyorlardı. Sebebi de “Bunlar okulu açık tutuyorlar. Böylece eğitim devam ediyor.”

1630 DERNEKLER KANUNU VE MTTB’NİN
KAPATILMAYA ÇALIŞILMASI

Mesela bir başka meseleyi anlatayım:

Türkiye’yi fırtına gibi kasıp kavuran bir anarşi dalgası ardından suçlu arayan siyasî araştırıcılar, kanunî sınırlar içinde vazife gören kuruluşları kapatma kararı alan bir Dernekler Kanunu hikâyesini ortaya çıkardılar. Hâlbuki anarşi, derneklerin hudutlarını çoktan aşmış, legal ve illegal gayri kanunî teşkilâtlanmalarla devletin kalbine yönelmişti.

Dernekler Kanununun hazırlanması belli bir ihtiyaca cevap vermek ve o zaman yürürlükte bulunan Cemiyetler Kanunu’nun boşluklarını doldurmak gayesiyle hazırlanmıştı. Fakat kanun, hazırlanışından yürürlüğe giriş tarihine kadar geçen zamanda muhtevasını bir hayli değiştirmiştir. Halen faaliyette bulunan derneklerle ilgili; fesih maddesi hükümet ta­sarısında ve Millet Meclisinde kabul edilen şeklinde yok iken, Cumhuriyet Senatosu’nda bu madde eklenmiş ve bunu da Millet Meclisi aynen benimsemiştir.

Böylece derneklerin kapatılabilme kararı mahkemelerden alın­mış ve hükümet konseyine devredilmiştir. Dolayısıyla T.C. Anayasası’nın dernek kurma, kapatma ve kapatılma ile ilgili amir hükmü çiğnenmişti.

Türkiye Cumhuriyetinin bir anayasası bulunduğunu ve yapılan her ka­nunun bu anayasanın amir hükümlerine uygun olarak hazırlanması icap ettiğini bilmezlikten gelenler tarafından hazırlanan ve tamamen Anayasaya aykırı maddelerle dolu olan Dernekler Kanununun tatbikatı elbette güç olacaktır. Çünkü T.C. Anayasasına uygun düşmeyen hükümlerin, çok ihtilâflara yol açacağı aşikârdır.

22 Kasım 1972 tarihinde TBMM’de kabul edilen ve 2 Aralık 1972 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 1630 sayılı Denekler Kanunu büyük yanlışlıklarla tatbikat safhasına konulmuştur. Dernekler Kanunu incelendiği zaman, kendi maddeleri arasında çelişkiler bulunduğu ve anayasanın tanımış olduğu hakları zedelediği açıkça görülmektedir.

Yeni kanuna göre, öğrenci teşekküllerinin merkezleri ve şubeleri ile faaliyet konularına ait idare yerleri, üniversite, fakülte, akademi ve bunlara bağlı enstitü ve yüksek okullar, diğer her türlü resmî ve özel eğitim ve öğretim müesseseleri, yurtlar ve müştemilâtında açılamayacaktı.

Halen üniversite, fakülte, akademi ve bunlara bağlı enstitüler, yüksek okullar, öğrenci yurtları, resmî ve özel eğitim ve öğretim müesseselerinde faaliyet gösteren bütün öğrenci dernek, federasyon; birlik ve benzerleri, bu kanunun yürürlüğe girmesiyle “infisah” etmiş sayılacaktı. Ayrıca; bütün üniversite, yüksek okul ve enstitülerde birden fazla öğrenci derneği kurulamayacaktı.

25 Kasım 1972 tarihli SABAH Gazetesi;

MTTB BAŞKANI, “DERNEKLER KANUNU ANAYASA DIŞIDIR” DİYOR.

Millî Türk Talebe Birliği Genel Başkanı Ömer Öztürk dün düzenlediği basın toplantısında derneklerin kapatılma kararını tamamen antidemokratik ve Anayasa dışı bulduğunu belirtmiş ve «Bu kanun özellikle ülkemizin tek öğrenci kuruluşu olan birliğimizi hedef almıştır» demiştir.

MTTB Genel Başkanı özetle şunları söylemiştir:

«Teklif edildiği günden beri hakkında birçok tartışmalar yapılan ve reformlar esasında mütalâa edilen bu kanun, antidemokratik hükümlerle dolu ve reform niteliğinden mahrum bir şekilde çıkmış bulunmaktadır. Teşkilâtımız ve bu arada meriyetteki kanunlar çerçevesinde meşru faaliyetlerini yürütmekte olan diğer dernekler Millet Meclisinin kabul ettiği geçici 1. maddesini, Senatonun geçici 3. madde ile tadil etmesi neticesi suçsuz ceza ihdasına gidilerek Anayasa ve bütün hukuk kuralları çiğnenmiş ve infisah ettirilmişlerdir.

Senatonun tadili ile Millet Meclisinin katıldığı geçici 3. madde münhasıran MTTB’yi hedef almıştır. Bu madde şöyledir:

Bu kanunun 4. maddesinin son fıkrasında anılan üniversite, fakülte, akademi ve bunlara bağlı enstitüler ve yüksek okullarla sair her türlü resmî ve özel eğitim ve öğretim müesseselerinde kurulu ve halen faaliyet gösteren dernek, federasyon ve öğrenci birlikleri bu kanunun yayınlandığı tarihte infisah etmiş sayılırlar.

Bu noktada mutlaka kanunun, veto edilmesini, Meclisin hatasını düzeltmesine imkân verilmesini ve bu hükmün doğuracağı mesuliyeti ve vebalden kurtulmasını Sayın Cumhurbaşkanımızdan arz ediyoruz.

Öteden beri üzerinde tartışılan dernek kurma hakkının belirlenmesi, hükümet komiserinin yetkilerini demokratik ülkelerde görülmemiş şekilde genişletilmesi, bildiri, toplantı ve gösteri hakkının sansüre tâbi tutulması gibi Anayasanın tanıdığı temel hak ve özgürlüklere tamamen zıt hükümler maalesef düzeltilmeden olduğu gibi “Meclisten geçirilmiştir”. Kanunun bu haliyle hangi tarihteki reforma uyduğunu idrak şuurlu kişilerin işi değildir. Şurası bilinmelidir ki; bu durumu Millî Türk Talebe Birliğinin kurulduğu 1916 yılından beri buna benzer merhalelerden biri kabul ediyor, teşkilâtımızın daha aydınlık ve güçlü günlerinin itekleyici unsuru olarak değerlendiriyoruz.

Millî ve manevî değerlerine sahip ve bağlı Türk Gençliğinin yetişmesinde ve dolayısıyla mensup olduğu asil Türk Milletine hizmet yolunda çalışanlar, bu yolda daha büyük şevkle ve kararlılıkla devam edeceklerdir. Menhus bir oyunun plânlayıcıları ve oyuncuları Milliyetçi Türk Gençliğinin sancağını yere düşüremeyeceklerini bilmelidirler. Bu böyle biline…»

Kabul edilen bu kanun tasarısının geçici 3. maddesine göre talebe birliğini kapatılması gündeme gelmişti. Bu konu ile ilgili gerekli temasları yapmak 23 Kasım 1972 günü Ankara’ya gittim.

Ben Ankara’da iken bizi çekemeyenler Birliğe gelerek orada fitne çıkartır arkadaşları yanlış yönlendirir, daha kapatılmamış olan Talebe Birliği’ni bir oldubittiye getirerek kapattırırlar korkusu içerisinde idim. Ankara’dan Talebe Birliği’ni aradım. Telefonu Raşit Ürper açtı. Ona “Şu andan itibaren Genel başkanvekili sensin. Ben ne diyorsam onu tatbik edeceksin. Ne yapılacağını da talimatname şeklinde kâğıda yazarak Bekir’e veriyorum. Bu talimata göre hareket edersiniz. Bekir’i de hemen gönderiyorum” dedim.

Benden sonra gelen başkanlar benim kendi paramla yolculuk ettiğimi bilmez, Birliğin parasıyla uçağa bindiğimi zannederek, kendileri de Birliğin parasıyla uçağa binerler diye bütün yol masraflarımı şahsi paramdan karşılamama rağmen uçağa binmiyordum.  Ama o gün çok acil diye Bekir’i de yine şahsi paramla uçağa bindirdim. Ama maalesef Bekir o kâğıdı ne Raşit’e ne de başka birine vermiş. Zaten o günden sonra da görüşmedik Bekir ile… (Şu an Kayseri Kocasinan Belediye Başkanı)

O gün ben akşama kadar Ankara’da çalıştım ve gece uçağıyla İstanbul’a döndüm. Gece saat 24.00’te Talebe Birliği’ne geldim. Bir de ne göreyim, bütün aldığım tedbirlere rağmen o gün, gündüz başlayarak 1562 metrekare dört kat olan Talebe Birliğinin tamamını boşaltmışlar, yedi kamyon eşya gitmiş, her yer eşyalarla dolmuş, kalorifer peteklerini sökmeye başlamışlar…

İçerisinde eski başkanların da olduğu birlikçi denen adamlar, (isimlerini vermeye gerek yok) Başkanlık odasında oturmuşlar  “Talebe Birliği artık kapatıldı. Israr etmeye gerek yok. (O sırada da Milli Nizam Partisi kapatılmış eşyalarına da el konulmuştu.) Milli Nizam Partisi gibi Birliğin eşyalarına da el koyarlarsa şer’an mes’ul olursun” diyerek ısrarla bu yaptıklarının (Talebe Birliğinin boşaltılmasının)  doğru olduğunu savunuyorlardı.
“Yahu Talebe Birliğinin kaç kuruşluk eşyası vardı, satsan da bir şey etmez netice itibari ile” dedim. Yine de ısrarla aynı şeyleri söylemeye devam ettiler.

Bunun üzerine onlara “Kesin Sesinizi, ben genel kurulun üçte iki oyu ile seçildim, karar da bana ait mesuliyet de… çıkın buradan” dedim.

Bu ısrarlı tavırları ile bana şimdiye kadar hiç yapmadığım işi yaptırdılar.
O oturumda bulunan Tesisler Müdürü Mustafa Timuçin Aslan’a dedim ki: “Mustafa şu kapıyı aç, şu adamların hepsini kapıya koy tamam mı?  Eski başkanlar, bilmem neler.  Kapıyı da üstlerine kapat.

O adamları Talebe Birliği’nden gönderdikten sonra arkadaşları (300-500 kişi) topladım. Onlara “Arkadaşlar Talebe Birliği inşallah kapatılmayacaktır. Bize bu konuda gerekeni yapmak düşer… Üzülmeyin ye’se kapılmayın. Allah (c.c.)’e tevekkül edin…” dedim. Ve o gece boşaltılmış olan Talebe Birliği’ne sabaha kadar boya badana yaptık. Sabah erken saatte de eşyaları tekrar yerlerine yerleştirdik.

Ertesi gün 24 Kasım 1972 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde MTTB manşete taşınmıştı.

24 Kasım 1972 tarihli CUMHURİYET Gazetesi:

YENİ CEMİYETLER KANUNU UYARINCA MTTB
VE 36 DERNEK FESHEDİLMİŞ SAYILACAK

Üniversiteler ve yüksek okullara bağlı bütün öğrenci kuruluşlarının feshedilmesini öngören Yeni Cemiyetler Kanununun Cumhurbaşkanı tarafından Meclisten çıktığı şekliyle onaylanması halinde,  MTTB ve buna bağlı 36 dernek kapatılmış olacaktır.

EŞYALAR ÇIKARILIYOR

Yeni durum üzerine, MTTB yöneticileri, bina içindeki eşyaları dışarıya çıkarmaya başlamıştır. Dün gece Cağaloğlu’nda bulunan MTTB binasında hummalı bir çalışma göze çarpmış, bina içindeki eşyalar, geç saatlere kadar kamyonlara doldurularak götürülmüştür.

diye yazmış, bir de resim koymuştu.

Ben de o gün saat 11.00’de basın toplantısı tertip ettim. Basın toplantısından önce Cumhuriyet Gazetesi yazı işleri müdürü Oktay Akbal ile telefonla görüştüm. Olayların hakîkatlerini iyice araştırmadan, iç yüzünü öğrenmeden yaptıkları bu haberden ötürü O’nu iyice bir fırçaladım…

Tabiî ki bu basın toplantısında 1000 senelik devlet ve medeniyetimize karşı çıkan, Türkiye’nin temellerine dinamit koyan, kahraman Mehmetçiğe silâh çeken ve vicdanı sızlamadan onu vuranların koruyuculuğunu yapan bu gazete mensuplarından hiç kimse yoktu. Zaten gelmelerine de lüzum yoktu. Onların geleceği yerler, arzuladıkları yerler, elbette bizim yanımız olamazdı. Basın toplantısına bu gazete hariç bütün gazeteciler gelmişlerdi.

Basın toplantısında söyleyeceklerimi söyledikten sonra, Cumhuriyet Gazetesi’ni gösterdim “Bu sahtekârların adına yakışmıyor, Cumhuriyet! görüyorsunuz” dedim ve gazetecilerin elinden tutup bütün birliği gezdirdim. Ben burayı, boya badana yaptım, Onlar “Birlik kapatıldı, eşya kaçırıldı” diye başlık atmışlar. Cumhuriyet Gazetesi ve başyazarı Oktay Bey rezil oldu.

Bu basın toplantısından sonra Hazreti Sâmî Efendimizin yanına gittim. “Dedim Efendim durum böyle böyle oldu. Kanun çıktı Talebe Birliği kapatıldı. Bu kanuna göre ama inşallah uğraşacağız, Fakir içimden geçen sizin bize verdiğiniz vazife tamam olmadı, uğraşırsam netice alırım gibi geliyor. Ama şer’i mesuliyet olmasın diye size sormak üzere geldim, ne buyurursunuz?”

Hatırladığım kadarıyla aynen şöyle buyurdular: “Kaderullah’a râzı olmak şartı ile çalışınız. İnşâallah sonu hayır olur” ve

رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالحَقِّ وَأَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحِينَ ۝

“A’raf Sûresi 89. âyetin son kısmı olan Rabbene’ftah beynenâ ve beyne kavminâ bi’l-hakkı ve ente hayru’l fâtihîn âyetini yakın arkadaşlarınıza yazıp verin, günde 100’er def’a devam etsinler” dedi. O zaman yakın arkadaşlarımız da Yusuf Akkaya, Abid Özmen, Abdullah Özmen, Mustafa Timuçin Aslan, Raşid Ürper vs. kim varsa hepsine yazıp verdim.

Efendim inşâallah duâ edersiniz 10 sene devam eder Talebe Birliği” dedim Hazreti Sâmî (k.s.) da elini kaldırdı “âmin” dedi. (Allah şefaatine nâil etsin, yolundan ayırmasın.)

Sonra kendi kendime “10 sene neden diyorsun, 100 sene deseydin ya!” dedim. Bana o zaman kapatılmış bir teşkilatın 10 sene daha devam etmesi çok gelmişti. Duâyı ettirdiğim sene 71, kapatıldığı da 81 senesi, tam onuncu yılında Talebe Birliği Vehbi Ecevit’in başkan olduğu dönemde Kenan Evren’in başkanlığını yaptığı Milli Güvenlik Konseyi tarafından kapatıldı.

İçerisinde bulunduğumuz durumu anlayabilmek için durumumuzu tekrar bir daha gözden geçirelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyük Millet Meclisi toplanıyor. O zaman da senato vardı. İkisi beraber karar veriyorlar. 1630 sayılı dernekler kanunu çıkıyor. Geçici maddede her şey sayılıyor: “Türkiye Cumhuriyeti hudutları dâhilinde üniversite, akademi, yüksekokul, enstitü ve benzeri seviyedeki bütün okulların tamamında kurulan talebe birliği, cemiyet, dernek, federasyon, konfederasyon…” hepsini teker teker ta’dat etmiş, “Bunların tamamı kapatılmıştır” diyor.

Bunun üzerine bir de Trabzon Demokratik Parti milletvekili rahmetli Necati Çakıroğlu mecliste bu kanun çıkarken söz istiyor, hükümet temsilcisine soruyor. “Çıkan kanun talebe birliğini de içine alır mı?.

Teklifi veren hükümet temsilcisi çıkıp kürsüde: “Zaten talebe birliğinden başka resmi bir kurum yok, resmi teşkilat olarak sadece MTTB var, onu kapatıyor, başka da yok. Diğerlerinin hepsi gayri kanuni kuruluşlardır” diyor.

Necati Ağabey Allah rahmet etsin iyi adamdı ama anlamadan yaptığı bu işle bizi iyice mahkûm etti.  Çünkü teklifi veren hükümet temsilcisinin bu beyanının kanun hükmü taşıdığı ve Talebe Birliği’nin ismi de bu şekilde mecliste söylendiği için bu cihetten yapılabilecek bütün kurtarma çalışmaların önünü tamamen tıkamış oldu.

Demokrasiler alternatifler rejimidir. Yeter ki alternatifini bul” derler. O lafı ben de çok kullanırdım. Biz de hukukçularla bütün ayrıntıları tek tek titizlikle gözden geçirerek içerisinde bulunduğumuz durumdan hukukî bir alternatif bularak kurtulmak için çareleri aramaya başladık. Yapılan çalışmalar sonunda bu kanunsuz hareketlere karşı MTTB, geçici 3. madde değil, 1.madde şümûlüne girdiğini belirtmek için bir Dernekler Kanunu inceleme Komisyonu kurmaya karar verdik.

Nitekim Geçici 3. Madde:

«… Üniversite, fakülte, akademi ve bunlara bağlı enstitüler ve yüksek okullar ile sair her türlü resmî ve özel eğitim ve öğretim müesseselerinde kurulu ve halen faaliyet gösteren dernek, federasyon ve öğrenci birlikleri, bu kanunun yayınlandığı tarihte infisah etmiş sayılır» demektedir.

Yani Birlik, Dernek veya Federasyonun “infisah etmiş” sayılabilmesi için maddede adı geçen «öğretim müesseselerinden biri içinde kurulu ve faaliyet gösterir» olması burada şart koşulmaktadır.

Oysa MTTB, onun şubeleri ve diğer kuruluşlarından hiçbirisi, üni­versite, akademi veya yüksek okul binalarında kurulu değildir ve böyle faaliyet göstermemektedir. MTTB Genel Merkezinin, üye derneklerinin ve bu birliğe bağlı Kitap Kulübü, Spor Kulübü, Sinema Kulübü, Sosyal İlimler Enstitüsü vesaire gibi kuruluşların öğretim kurumları dışında, tamamıyla müstakil binaları vardır.

Şu halde MTTB’nin durumunun, yeni Dernekler Kanunu’ndaki geçici 3. maddeye girmeyeceği, dolayısıyla bu dernek ve ona bağlı kuruluşların asla münfesih sayılmayacağı, MTTB’nin durumu “Geçici 3. maddeye girmez,” fakat diğer bütün dernekler gibi, “Geçici 1. maddeye girebilir” ki, o maddenin de metni şudur:

«Bu kanunun yayımı tarihinde mevcut olan dernekler, federasyon, birlik ve konfederasyonlar, en çok altı ay içinde, durumlarını bu kanun hükümlerine uydurmaya ve yeniden düzenlenecek dernek tüzüklerinden dört nüshasını merkezlerinin bulunduğu yerin en büyük mülkiye âmirine vermeye mecburdurlar.»

Maalesef 2 Aralık 1972 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi.

Kanun Cumhurbaşkanı tarafında onaylanıp resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girince bütün dernek ve cemiyetler infisah etmiş sayılacak ve yeni kanuna göre de yüksek okul ve fakültelerde sadece bir dernek kurulabilecekti. Bütün yüksek okul ve fakültelerde sadece bir dernek kurulabileceği için; dernek kurmak için ilk başvuru kabul edilecek, ondan sonra gelen başvurular kabul edilmeyecekti.

Milli Türk Talebe Birliği’nin bu kanun ile kapatılan dernekler üzerine inşa edilmişti. Bütün dernekler kapatılıp bundan sonra Fakülteler ve Yüksekokullarda sadece bir derneğin kurulabileceğine;  bunun için de ilk yapılan dernek başvurusu kabul edilip tescil edileceğine ve MTTB’nin de varlık sebebi bu dernekler olduğuna göre; kurulacak bu yeni derneklerin tamamının bizim tarafımızdan kurulması hayati bir önem arz ediyordu.

Birliğin ayakta kalma mücadelesinin bütün safahatı büyük bir titizlik, hassasiyet, özveri ve dikkat ile yürütülmesi gerekiyordu. Yanlış atılan bir adım veya atılması gereken ve atılmayan bir adım Allah Korusun Birliğin sonunu getirebilirdi.

Kanunun Cumhurbaşkanı tarafında onaylanıp resmi gazetede yayınlandığı 2 Aralık günü bütün arkadaşları Birlik’te topladık. Bütün gün ve gece çalışarak 130 tane yeni dernek kurduk. Dernekleri kuracak olanlar, emniyet araştırmasından geçeceği için, hiçbir olaya iştirak etmemiş olması ve adı polis kayıtlarına geçmemiş olması lazım. Dolayısıyla her yerde yeni isimler lazım, uydurma isimler de olmaz. Eskiden olsa uydurma isimlerle idare ediliyordu.

Birlik binasında gece birlikte çalışıyoruz yeni dernek kuruluşlarını sabaha kadar bitireceğiz. Benim kapım da açık, içerdeki konuşmaları duyuyorum, bazen içeri, odalara girip çıkıyorum. Raşid Ürper’i yanındakiler sıkıştırıyor, “Yâhu yorulduk, uykumuz geldi, karnımız aç!

Raşid, “Ne yapayım yahu adam gitmedi ki oturuyor içerde” diyor.
Bütün arkadaşlar odalarda daktilo ile kurulan dernekleri yazıyor. Sabaha kadar bütün bu çalışmaların bitmesi ve en geç sabah saat 9.00’da bu hazırladığımız evrakların derneği kuracak arkadaşa ulaşması; vilayet binası açılır açılmaz bu evraklarla dernek kuruluş başvurusunun yapılması gerekiyordu.

130 tane dernek dilekçesini, o gün resmi gazete ile beraber hiç kimsenin haberi yokken Türkiye’nin şu kadar vilayetinde (ta Erzurum’a kadar), arkadaşlara ulaştırdık.
Sabahleyin vilayet binasına gidiyor arkadaşlar… “Bak bu resmi gazete. 1630 sayılı yeni dernekler kanununa göre şu derneği kurduk, bu da kuruluş dilekçesi ve evraklar kabul edin” diyorlar.

Vilayet’in de daha haberi yok. Onlar da Ankara’ya soruyorlar.  “Yahu bu adamlar ellerinde dilekçeler ile yeni dernek kurmak için başvuruyorlar, ne yapalım?” Ankara’dan gelen talimata göre de dernek kuruluş dilekçelerini kabul ediyorlar.

O şekilde 130 dernek kuruldu. Buralarda çok enteresan şeyler var. Allah’ın lûtfu ile dernekler yeniden kuruldu.

 

MTTB BİR GÜNLÜĞÜNE MÜHÜRLENİYOR

08 Aralık 1972 Cuma saat 18.00’de, T.C. Başbakanı Ferit Melen’in de söylediği gibi “haksız bir tasarrufla” İstanbul Valiliğince polis nezaretinde MTTB mühürlendi.
Bina içerisinde gece toplantı yaptık. Vakıf binasını ön taraftan bir gecede bağımsız hale getirdik. Şu salonda  (vakıf toplantı salonunda) toplantı yapıyordum. “Arkadaşlar Allah’ın izni ile burayı kimse elimizden alamayacak” diyordum.  (Talebe birliği gitti, vakıf bizim elimizde duruyor.)

Ferit Melen’e telefon açtım. “Sayın Başbakanım sizinle görüşmek istiyorum, böyle böyle işler yapmışlar”  dedim.

Yarın gel evladım” dedi. 09 Aralık Cumartesi Ankara’ya gittim.

O gün ben Ankara’da iken Talebe Birliği binasında 300-500 talebe var. Polis kapıları tutmuş, kapılar kapalı… Birinci Şube Müdürü Şükrü Balcı (sonra İstanbul Emniyet Müdürü oldu daha sonra da New York Emniyet Ateşeliği yaptı zannediyorum orada vurdular), genel başkan vekili olan Yusuf Akkaya’ya “Bak Yusuf siz Müslüman adamlarsınız. Bizim size yapacağımız bir şey yok. Başkanınız Ankara’ya gitmiş bu işi nasıl olsa halleder. Gel şu havayı germeyelim, senin adamların içeride otursun. Dışarıya girip çıkmayın. Aramızda bir şey olmasın. Bizim size yapacağımız bir şey yok” diyordu.

Allah büyük konuşturmasın, o zaman söylediğim söz: “Ben emniyet müdürü olacağım, kulağından tutarım hepsini içeri atarım.” İşte orada bunu söylettiren arkamızdaki kuvvet ve îmânımız. “Bizim size yapacak bir şeyimiz yok” diyor. Allah şefaatine nâil etsin, bunlar hep Hazreti Sâmî (k.s.)’un himmeti.

Ankara’da Mecliste Başbakanlık odasında başbakan ile (yanımda Abid veya Sedat Savaşer ikisinden biri vardı) görüşüyoruz. Talebe Birliği’nde polislerin giriş çıkışı kontrol ettiğini, çocukların dışarıya çıkmalarına müsaade etmediğini vs. Başbakan’a söyledim. Başbakan İstanbul vâlisi Vefa Poyraz’a telefon açtı. Başbakan aradığında Vefâ Poyraz maçta imiş, Başbakan’ın aradığını duyunca koşa koşa gelmiş.

Başbakan da ona talimatı verdi. “Asker, polis çıksın birlikten. Talebe Birliği’ni teslim edin” dedi.

Saf bir adamdı, Ferit Melen Allah rahmet eylesin. Hakkında söylenen çok şey vardı ama bize çok hizmet etti. İnşallah îmân ile gitmiştir. Bir müddet sonra dedim ki: “Efendim sivil polisler içeride duruyormuş, emir verirseniz onlar da dışarı çıksınlar.” Adam bana demedi ki: “Oğlum sen 2-3 saattir burada oturuyorsun, çıkıp gitmedin burada durdun.” O zaman cep telefonu da yok ki, konuşup haber alalım. Adam bir şey demedi, tekrar telefonu Vefâ Poyraz’a açtı: “Sivil polisler içerideymiş. Çocukların işine mani oluyormuş. Çıkarın sivil polisleri de binanın tamâmını teslim edin” dedi.

Allah rahmet eylesin, insanın dayısı kuvvetli olunca işleri de ona göre yürüyor. Allah arkamızı bıraktırmasın inşallah.

Ve böylece daha mahkeme safahatı bitmeden kendi ifadeleri ile “haksız bir tasarruf”  olan MTTB’nin kapatılması Sayın Başbakan Ferit Melen’in insiyatifi ile önlenmiş, kapatılan Talebe Birliği 09 Aralık Cumartesi günü tekrar açılmış oldu.

Bu kapatılma hâdisesi bu netice ile sonuçlandıktan, Dernekler Kanunu inceleme Komisyonu gerekli çalışmaları yaptıktan sonra, MTTB’nin durumunu mahkeme vasıtasıyla tespit ettirmeye lüzum gördük ve Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmaya karar verdik. Üsküdar Asliye Hukuk mahkemesinde sonradan İlim Yayma Cemiyeti başkanlığı yapan Abdülkavi Beşer vardı. Allah razı olsun adam biz çok yardımcı oldu. Adamcağız tecrübeli adam (Abdülkavi Beşer), “Oğlum sen Allah için çalışıyorsun, idealist adamsın. Şimdi bu adamları tayin ettirdin, (tesbit kararını alacak olan üniversiteli hocaları kastederek) para vermezsen gelmez bu adamlar” dedi

Bu bilirkişilere 750’şer lira verdim. O zaman da o çok iyi para (bir üniversite profesörünün maaşı 1000 lira civarı), 1 aylık maaşını bir defada vermiş oluyorduk. Hakîkaten onlardan biri sırf bu iş için Mersin’den uçağa bindi geldi.

14 Aralık 1972 tarihinde 1972/237 numarasıyla; “2 Aralık 1972 tarihinde yürürlüğe giren 1630 sayılı Dernekler Kanunu’nun geçici 1. Madde’sinde, mevcut derneklerin altı aylık bir sürede yeni kanuna intibak etmeleri gerektiği, geçici 3. Madde’de ise eğitim ve öğretim müesseselerinde kurulu bulunan derneklerin infisah etmiş sayılacağı söylenmektedir. Mezkûr kanunun geçici 3. Maddesi de feshi gereken derneklerin evsafını tayin ettiğinden, MTTB’nin hangi geçici madde şümûlüne girdiğinin tesbîtinin yapılması” diye davayı açtım.

BİLİRKİŞİ RAPORU

Aslîye 1. Hukuk Hakimliği Recai Galip Okan, Selçuk Özçelik, Nevzat Yalçıntaş ve Sabahattin Zaim’den kurulu bilirkişilere durumumuzu şöyle tesbit ettirmiştir:

«MTTB Genel Başkanı Ömer Öztürk tarafından Üsküdar Asliye I. Hukuk Hâkimliği’ne verilen 15.12.1972 kaydiye tarihli tesbit talebinde bulunan dilekçe üzerine Yüksek Hâkimliğinizce ittihaz buyurulan 15.12.1972 tarihli kararla bu hususta re’sen bilirkişi tayin edilmiş olduğumuzdan talep konusu ile ilgili gereken inceleme tarafımızdan icra kılındı.

Tesbit isteğinde bulunan Ömer Öztürk Üsküdar Asliye l. Hukuk Hâkimliğine verdiği 15.12.1972 kaydiyle tarihli dilekçesine, 2 Aralık 1972 tarihinde yürürlüğe giren 1630 numaralı Dernekler Kanununun 11. bölümünde son hükümler başlığı altında geçici 1. maddede mevcut derneklerin 6 aylık bir sürede yeni kanuna intibaklarını öngörmekte olduğu, geçici 3. maddede ise eğitim ve öğretim müesseseleri içinde kurulu bulunan öğrenci derneklerini infisah ettirmekte bulunduğu, mezkûr kanunun geçici 3. maddesi feshi gereken derneklerin evsafını ta’dat ettiğinden bu bakımdan Millî Türk Talebe Birliği’nin hangi geçici madde şümûlüne girdiğinin tespitini talep etmiş bulunmaktadır.

Tarafımızdan yapılan incelemeye göre, 22.10.1972 tarih ve 1630 sayılı Dernekler Kanununun geçici 1. maddesi, «bu kanunun yayımı tarihinde mevcut olan dernekler, federasyon, birlik ve konfederasyonlar en çok altı ay içinde durumlarını bu kanun hükümlerine uydurmaya ve yeniden düzenlenecek dernek tüzüklerinden dört nüshasını, merkezlerinin bulunduğu yerin en büyük mülkiye âmirine vermeğe mecburdurlar» demek sûretiyle bütün dernekleri şümul sahası içine almaktadır. Dolayısıyla, Millî Türk Talebe Birliği, mezkûr kanunun geçici 1. maddesine tâbidir.

MTTB’nin, mezkûr kanunun geçici 3. maddesine tâbi olup olmadığı hususuna gelince, zikri geçen kanunun geçici 3. maddesinde, kanunun yayınlandığı tarihte infisah etmiş sayılacak dernekler için, üniversite, fakülte akademi ve bunlara bağlı enstitü ve yüksek okullar ile sair her türlü resmî ve özel eğitim ve Öğrenim müesseselerinde kurulu olmak şartı aranmaktadır. Yani bu derneklerin kanunî ikâmetgâhlarının ve faaliyet merkezlerinin, bu öğrenim müesseselerinin içinde olması şartı zikredilmiştir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, ancak yüksek öğrenim müesseselerinin binaları için de kurulu ve faaliyet gösteren dernekler münfesih addedilecektir.

Millî Türk Talebe Birliği’nin bugünkü durumu itibariyle kanunun geçici 3. maddesinde aranan şartın dışında kaldığı aşikâr bulunmaktadır. Mezkur teşekkülün kanunî ikâmetgâh ve faaliyet merkezleri olarak yüksek öğrenim müesseselerinin herhangi birinin binaları ve müştemilâtı içinde bulunma durumu söz konusu değildir.

Bu itibarla heyetimiz, Millî Türk Talebe Birliği’nin, 22.10.1972 tarih ve 1630 sayılı kanunun geçici 1. maddesinin şümûlüne girdiği ve mezkûr teşekküle aynı kanunun geçici 3. maddesinin uygulanamayacağı sonucuna oy birliği ile varmış bulunmaktadır.

Keyfiyeti saygılarımızla arz ederiz. 22.12.1972.»

Böylece bu tespit kararı ile “Talebe Birliği’ni bu kanun içine almaz” diye elimize bir kağıt almış olduk.

Bu arada Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’nde Talebe birliğine bağlı olan Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde izinsiz gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet etmekten devam eden bir davamız vardı. Mahkeme Başkanı Hamdi Özgüç Beye gittim. Ona dedim ki:

Bizim sizde böyle bir davamız var diğerlerinin namına Genel Başkan olarak ben iştirak etsem bu davayı yürütebilir miyiz? Duruşma sırasında ben sizden ara karar isteyeceğim.  Ara kararda size soracağım 1630 sayılı dernekler kanununa göre Talebe Birliği kapatıldı mı? Üsküdar’dan aldığım şu tespit davasına göre kapatılmaması lazım. Eğer Talebe Birliği kapatıldıysa bu mahkemenin devamına lüzum yok.  Talebe Birliği kapatıldı mı kapatılmadı mı?” diye soracağım. Siz de şu tespit davasına göre, “Kapatılmadı” diye karar vereceksiniz.

Bunun karşılığı olarak da ilk seçimde sizi Yargıtay üyesi seçtirirsem” deyince “Ne diyorsun sen?” dedi. Onlar için Yargıtay üyeliği generallik demekti.

“Diyebilirsiniz ki ne büyük laflar sen 20-25 yaşlarında bir çocuksun, Seni Yargıtay üyesi seçtireceğim diyorsun, eğer 4. Daire başkanı İdris Bey’i yarın buraya getirirsem ve İdris Bey derse ki bu çocuğun dedikleri doğru o zaman inanır mısın?” dedim.

“İdris Bey buraya mı gelecek?” dedi.

“Getiririm ben” dedim.

Tamam, oğlum anlaştık” dedi.

Ertesi gün İdris Abiye “İdris Abi, gittim Hamit Bey’le böyle böyle konuştum, bunları da söyledim. Ama senin de oraya gelmeni istedi” dedim.

İdris Bey “Tamam oğlum gidelim” dedi. Tabii Ankara Adliyesi’ne Yargıtay 4. Daire başkanının gitmesi demek, bir generalin birliği teftiş etmesi demekti. Bütün barodaki, Adliyede bulunan herkes, İdris Bey gelince İdris Beyin önüne döküldüler. Hâkimin odasına gittik. Allah rahmet eylesin. İdris Abi “Bu genç, fî-sebilillah, memleket için, millet için, vatan için çalışan birisidir. Söylediği sözlerin arkasındayım,  sizinle ne konuştuğunu biliyorum. O sözlerin arkasındayım.” dedi.

(10. Asliye Hukuk Mahkemesi Başkanı olan Hamdi Bey, 1973 yılında Fatih Gençlik Vakfı Matbaası’nın açılışında Yargıtay Üyesi olarak tebrik telgrafı göndermiştir.)

Mahkeme kısa bir süre sonra gün verdi, mahkemeye girdik. Ben ara kararı istedim.  1630 sayılı dernekler kanununa göre Talebe Birliği kapatıldı mı? Üsküdar’dan aldığım şu tespit davasına göre kapatılmaması lazım. Eğer Talebe Birliği kapatıldıysa bu mahkemenin devamına lüzum yok.  Talebe Birliği kapatıldı mı kapatılmadı mı?” diye sordum. Savcı Ali İhsan Atay mütâlaasını bu yönde beyan etti. (Öldüyse Allah rahmet eylesin)… Mahkeme de: “Üsküdar Mahkemesinden alınan bu tespit kararına göre MTTB kapatılmamıştır.” diye ara karar verdi.

Tabi o zamanlar bu bilgisayarlar vs. yok, parmakla yazılan eski daktilolar var, oradaki kâtip de “takır tukur” ara karar yazmaya çalışıyor. Mahkemenin kapısı açık ama içeride bizden başka kimse yok. Kâtibe de “Çabuk yaz” diyorum. “Oğlum acele etme, kapı açık birisi duyar, acele etme oğlum, yazıyor işte” diyor hâkim. Gene kâtip öyle takır tukur yazarken “Çabuk yaz, biraz acele etsene” diyorum kâtibe “Oğlum acele etme, dışarıdan duyulur” diyor hâkim. Allah rahmet eylesin.

MAHKEME KARARI

«Dâvâlı derneğin 22.10.1972 tarih ve 1630 sayılı yasanın geçici 3. maddesinde sözü edilen derneklerden olmadığı, belirtilen hükmün dışında kaldığı Üsküdar Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’nin 1972/257 değişik işler ve esas sayılı dosyasına verilen bilirkişilerin 21.12.1972 tarihli raporları ile diğer mütehassıs kimselerin verdikleri mütâlaalardan anlaşıldığından, bu yönden hükme yer olmamıştır.»

Ve hüküm: «Yukarda açıklanan gerekçelerle ve C. Savcısının mütâlaasına uygun olarak Da’vânın Reddine, kabili temyiz olmak üzere karar verilip Savcı Y. Ali İhsan Atay huzuru ile davalı Dernek Başkanı Ömer Öztürk’e 23.01.1973 tarihinde tefhim kılındı.»
Ankara / 10. Asliye Hukuk Mahkemesi 21/01/1973

Bu şekilde mahkemeden karar almış olduk ama iş icraya kalıyor. Eğer icra (yani Yürütme organı olan Hükümet, İçişleri Bakanlığı)  alınan bu mahkeme kararını tatbik etmezse yapılabilecek bir şey yok. Allah razı olsun Başbakan Ferit Melen de bu işi halletti. Aldığımız bu mahkeme kararını yürürlüğe sokarak MTTB’nin resmen devamını sağlamış oldu.

İSTİHBARATTAN BİR YETKİLİ İLE GÖRÜŞME

Talebe birliğinin kapatılması sıralarında çok değişik insanlara ihtiyaç oluyordu. Öyle bir zaman Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz beni istihbarattan yetkili ve önemli bir kişiye göndermişti. Trene bindik Ankara garında indik. Hazret bana “O sizi bulur” demişti. Ben bulacağım adamı tanımıyorum, sadece bana ismini söyledi o kadar. Tren garda durdu, trenden indim içeri doğru yürüyordum karşıdan gayet şık giyimli fötr şapkalı sakalsız bıyıksız bir adam “Selâmün Aleyküm” dedi. Gayet nurlu ve temiz bir yüzü vardı, nursuz abus çehreli bir adam değildi. “Sâmî Efendi (k.s.) Hazretleri’nin gönderdiği adam siz misiniz?” dedi. “Evet benim” dedim. “Tamam, gel o zaman” dedi. Allah râzı olsun arabasına bindik. Bütün işlerimize uğraştı hepsini halletti ve ondan sonra dedi ki: “Bir daha görüşmeyelim.’’

“Tamam, bir daha aramam sizi ama Hazret bir daha der ise gelir bulurum sizi dedim.”
Tamam dedi, Hazret söylerse görüşürüz.” dedi ve öylece ayrıldık bir daha da görüşmedik.

Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz öyle dışarıdan bakıldığında garip bir derviş olarak görülüyor ama oturduğu yerden neler yaptığını bilenler bilir.

DUDAĞINI KANATAN EMNİYET GENEL MÜDÜRÜ MUÂVİNİ

Benim bir sigarayı ağzından çekip kanatan Tahir Alangu’yu söylemiştim. Bir de Nevzat Ayaz emniyet genel müdür muavini idi. Orhan Bey diye Kars valiliğinden gelen bir genel müdür vardı. İşten anlamıyor, her işi Nevzat Ayaz yapıyordu. Sıkı bir düşmanlığı vardı bize… Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Burdur Valisi Ömer Naci Bey ile beraber gitmiştik. Ömer Naci Beye benden dert yanıyor. Ağzından sigarayı çekince Tahir Alangu gibi (nasıl bir hırsla çekmişse) dudağı kanadı. O kadar ince kağıt nasıl kanatıyor. Enteresan bir şey iki defa şahit oldum. O da aynı lafı söyledi.

Yâ 20-25 yaşında bir çocuğa koskoca bir devlet karşı koyamadık. Mani olamadık. Talebe Birliği kanun ile kapatılıyor, Adam mahkeme ile açtı” dedi. Beni Ömer Naci Beye şikayet ediyor. Laf aynı orada da “Bir Çocuğa koskoca bir devlet karşı koyamadık.”

Varlık sebebi olan dernekler kapansaydı Talebe Birliği bitmişti… Burası bir derneklerden müteşekkil bir konfederasyon, dernekler kapatılıyor. Peki temeli olmayan bir bina çatısı ile ayakta durur mu? Temelleri yıkıldı, çatısı ayakta bu nasıl iş? …Talebe dernekleri kapatıldı, onların yerine yeni dernekler kuruldu. Yani temel (dernekler) yıkıldı, çatı (MTTB) ayakta kaldı sonra da yeni kurulan dernekler (temel), MTTB’ye (temelsiz duran çatıya) monte edildi.

Temelleri boş olarak ayakta duran çatının altına sonradan yeni kurulan dernekleri de Allah razı olsun Faik Paşa oturttu. 1. Ordu komutanı idi. Kendisine “Paşam bak ben buraya kadar getirdim, bundan sonrası inşallah size ait” dedim. “Tamam evlâdım o zaman kongreyi 27 Mayıs (resmi bayram)’da yapacaksın. Sabahleyin 8 de açarsın kongreyi…

Bizim devlet töreni 13.30’da bitiyor, 13.30’da kongre bitmiş olsun. Ben oraya bir de albay gönderirim, hiç kimse gelmez size bir şey sormaya” dedi. Allah rahmet eylesin.

Böylece olmayan bir kongre yaptık. Aşağıdaki derneklerin birleştirilmesi ile meydana gelen bir federasyon, o federasyonların birleşmesiyle meydana gelen konfederasyon…

Allah Hazreti Sâmî (k.s.)’un yolundan ve yanından ayırmasın. Allah lûtfetti Talebe Birliği on sene daha devam etti. O da Efendi Hazretleri’nin himmeti ile…

KRAL FAYSAL’IN ÖZEL DAVETİ VE FEHMİ KORU

Suudi Arabistan Kralı merhum Faysal Talebi Birliği’ne çeşitli görüşmeler yapmak için müsteşarını göndermişti. Müsteşar ile olan konuşmamız bitince müsaade aldı, ayrıldık. Faysal’ın elçisinden ayrıldıktan sonra, namaz kılmak için Talebe Birliği’nin bodrum katında, son zamanlara kadar vakfın mescidi olarak da kullanılan, yaptırdığımız mescide indik.

 

Meğer bizden ayrıldıktan sonra Suud Kralı’nın müsteşarı “Namaz vakti oldu, ezan da okundu nerede namaz kılabiliriz?” diye sormuş. Ona mihmandarlık eden “bunların şu aşağıda kendi mescitleri var, gelin burada kılalım” demiş. Müsteşar bey bizim mescide geldi, beraber namaz kıldık. MTTB başkanı olarak da namazı Fakir kıldırdı. Böylece beraberce Fakirin imametinde de namaz kıldık. Suudi Arabistan’a gidince bu yaşadıklarının hepsini merhum Faysal’a anlatmış. Faysal’a “Böyle böyle hiç ummadık bir şey oldu. Türkiye Talebe Birliği başkanı hem namaz kıldı, hem de namaz kıldırdı. Arkasında da namaz kıldık” demiş. Bu Kral Faysal’ın çok hoşuna gitmiş. Adam beni üç defa davet etti. Fakat o zaman 1630 sayılı dernekler kanununun çıktığı, Birliğin kapatılmaya çalışıldığı zamanlardı. Çok yoğun olduğum için gidemedim. En son gönderdiği üçüncü mektubunda “Kendin gelemiyorsan, yerine birisini gönder” diye yazmış. Ben de yerime Yüksek İslam mezunu olduğu için biraz Arapça da bilir diye o dönem İzmir Teşkilat başkanı Fehmi Koru’yu gönderdim. Kral Faysal “Bize bir elçi gönderdiğiniz ve Türkiye’de yaptığınız hizmetlerden ötürü” diye Fehmi Koru ile teşekkür mektubu gönderdi.

Abdullah Gül’ün Başbakanlığı sırasında Fehmi Koru bir gazetede hayatını anlatırken; “Abdullah Gül ile İngiltere’de beraber bulunduk O benim yakın arkadaşımdır” vs. dedikten sonra “Talebe Birliğinde Kral Faysal beni özel olarak davet etti, özel uçakla beni aldı, Mina’ya götürdü, beni orada özel olarak ağırladı vs. Faysal’ın davetlisi olarak hac yaptım” demiş. Tabii bizimle ilgili söylediği bir şey yok. “Ömer Ağabeyin kendisine Kral Faysal özel bir davet göndermişti. O da çok yoğun olduğu için gidemedi yerine beni gönderdi. Ömer Ağabeyin nâmına, O’nu temsilen gittik.” diye bir şey söylememiş. Bu mirasları hep başkaları tarafından paylaşıyor.

 

SPOR KULÜBÜ

O günkü talebe birliğinin maddi durumu da müsait değildi, dilenmemek şartıyla geçimin, oranın giderlerinin temin edilmesi lazımdı. Mesela bir spor kulübü kurmuştum. Gençlik Bakanlığı’nın müsteşarını da ben tayin ettirdiğim için çok kısa sürede beden terbiyesinden kulübü federe ettirdim. Dört bir tarafa, müsâbakalara iştirak ettik. O zamanki gazetelerin fikstürlerine bakıldığında da MTTB Basketbol, MTTB Voleybol vs. görülebilir. Hatta oradan bir şey anlatayım:

KOMSERİM İSTANBUL GÜZEL YER

Basketbolda üçüncü amatör kümedeydik, kazanırsak ikinci amatör kümeye geçeceğiz. Maç teknik üniversitede idi. Bizim spor kulübü idarecileri çok ısrar ettiler. “Başkanım sen illa geleceksin, sen gelirsen maçı alırız, gelmezsen alamayız.” dedi. Biz de gittik. O sırada Bekir Yıldız spor kulübünün müdürüydü. Abdullah Gül de icra konseyi muhasibiydi. Ben gidemezsem diye O’nu da göndermiştim. Riyaseti temsilen orada bulunuyordu. Maç sırasında bağırıp çağırırken kavga çıkmış. Polis de almış götürüyor arkadaşları. Bir komiser muavini iki de polis Abdullah Gül ile Bekir Yıldız’ın elinden tutmuş götürüyorlar. Bana haber verdiler. Gittik, komiser muaviniyle selâmlaştım. Adam öyle sert sert konuşuyor “Ben talebe birliği genel başkanıyım.” dedim. “Evet, ne olacak?” dedi.  “Ne olacağı yok, bak İstanbul güzel yerdir. Haberiniz olsun komiserim.” dedim.

“Kardeşim, şu adamlarına sahip çıksana. Bir daha kavga mavga çıkarmasınlar. Al git şu herifleri.” dedi. Tabi polisler anlamadı, komiser muavini ne demek istediğimi anladı. “Sürdürürüm seni diyorum.” İstanbul güzel yer demenin manası o. Tayin ettiririm seni demek istedim.

Spor kulübünden neler temin etmiş olduk? Talebelerin toplanmasına vesile oluyordu.
Her okulda mesela dört yüz kişi dediğim sadece bu sayı yalnız Yıldız’da camide cemaat ile kıldığımız namazdaki talebe sayısı… Oy verenler ise daha fazla. Mesela Işık Mühendislik’te bin beş yüz küsur, İktisadi Ticari İlimler kapısında iki bine yakın oy. Bu oyları verenler kimler? İşte bu spor kulüpleri hem maddi hem de bu talebeleri toplamaya faydası oluyor.

Spor kulüplerini federe ettirdik. Hem basketbolda hem de voleybolda ikinci amatör kümeye geçti takımlar. Spor kulübündeki talebelerin hepsine birer lisans veriyoruz. MTTB Spor Kulübüne üye olan, aidat ödeyen üyelere de çeşitli statlarda amatör kulüp maçlarına vesaire yerlere serbest giriş kartları veriyoruz. Vefa Stadı’nda, Şeref Stadı’nda vs. Onlar için ceplerinde böyle bir lisansın olması çok mühim bir şeydi. Spor Kulübünde kayıtlı bin beş yüz üye vardı.

FILA’NIN TÜRKİYE’YE GÖNDERDİĞİ İKİ MİNDERDEN BİRİNİ MTTB ALDI

Üyeler her ay on lira üye aidatı yatırıyordu. Sadece on beş bin lira spor kulübünden gelirimiz vardı. O sene güreş minderleri değişmişti. Eskiden minderler dört köşeydi, o tarihte (1971’de) dört köşe olan minderi yuvarlağa çevirdiler. (Şu anki kullanılan hâline)  FILA Türkiye’ye iki tane örnek minder göndermişti. Allah rahmet eylesin, Avni Akyol’u Gençlik Spor Müsteşarlığı’na Ferit Melen vâsıtasıyla getirmiştim. Ona, “Abi minderlerden bir tanesi benim dedim.

“Niye senin? diye sordu.”

“Türkiye’nin en büyük spor kulübü benim de ondan,  bin beş yüz tane lisanslı sporcusu olan başka bir kulüp var mı? Beden terbiyesine sor, sana rapor versinler. Büyük kulüpler de dâhil.” dedim. Minderin bir tanesini aşağıdaki salona getirdim koydum. Güreş ihtisas kulübünün güreşçilerini getirip orada güreş yaptırıyordum. Onları izlemeye gelen bir güreş seyircisi de teşekkül etmiş oldu. Böylece oraya gelen adamalar sonradan konferanslara, sohbetlere, seminerlere iştirak ediyordu. Böylece bir çalışma ortamı oluşuyordu.

FOLKLOR KULÜBÜ’NÜN REVİZE EDİLMESİ

Folklor kulübü vardı. Bizden önce kız erkek karışıktı. Önce kız kısmını kaldırdık. Folklor müdürü vardı, Göksenin İleri… En sona kılıç kalkan ekibini bırakmıştık. Ona da kendi adamımız yetişince Göksenin İleri’yi kapıya koyduk.

“Ya adam içten içe folkloru koparıp koparıp attı. Bir kılıç kalkan ekibi kaldı. O da kendisinin işine yarıyor zaten. Kılıç onun temel meselesi. O kılıç kalkan işini de bizden öğrendi. Sonra koydu bizi kapıya.” diyordu.

TÜRKİYE’DE İLK DERSANECİLİK (UZUN DÖNEM KURSLARI)

Kitap kulübü çeşitli kitapları arkadaşlara dağıtarak (kimine paralı, kimine parasız) kitap okumayı yaygınlaştırdı. Seminerler zaten her tarafta var. Hele üniversite kursları, eğitim kursları çok önemli. İlk uzun dönem üniversite kursunu biz başlattık. Bin beş yüz lira alıyorum bir kişiden. Bizim için dev bir para…

 

Birlik Vakfı’nın adamları utanmadan bunları kendilerine mal ederek anlatmışlar. Mehmet Alacacı’ya (oranın şimdiki başkanına) sordum, “Sizin döneminizde eğitim kursu var mıydı?

Yok, Abi!” dedi.

Peki siz orada öyle anlatıyormuşsunuz.” deyince

Yok öyle bir şey.” dedi.

O zamanın İstanbul Valisi Vefâ Poyraz telefon açtı: “Evladım bak, benim yeğenim (veya akrabam) size müracaat etti. Yer yok, bitti alamayız demişsiniz ve almamışsınız. Aile içinde rezil olurum. Senin işin olduğu zaman ben senin işini görüyorum. Sen de benim işimi göreceksin.”dedi.

Evet, ne istiyorsunuz Vali Bey?” dedim.

Şu çocuğu kursa kaydet.” dedi

Dedim ki: “Yahu Vali Bey gezecek yer yok, oturacak yer yok. Her taraf dolu. İstemez miyim ben, bin beş yüz lira para alacağım.

Benden önceki dönemde, Burhanettin zamanında, Burhanettin’in atadığı ve kendisiyle beraber yirmi tane memur vardı. Her ay maaşlarını alırlardı. Bu giderleri karşılamak için kırk kişilik mali komite kurmuşlardı. Bu mali komiteye pense kerpeten satan adamı dâhi üye etmişlerdi. Ayda aidat olarak bin lira para topluyorlardı. Ben o durumda iken Talebe Birliği’ne gelmiştim.

Vâli Bey, madem ki bu kadar ısrar ediyorsun, hocalar koridorda geziniyor. Bir tane tabure vereyim senin hatırına, orada otursun. Hoca geçerken kalkıp ona yer versin.” dedim.

Aman oğlum, ne istersen yapar. Ayakta dursun, yeter ki al.” dedi.

Birlik Vakfı’ndakiler bunu da kendilerine mal edip anlatmışlar. Birlik Vakfı’ndaki adam, bu 5263003 numaralı telefonu Saadettin Bilgiç zamanında aldık diyor. Bir yanlışlık olmasın, onun zamanında o numara yoktu deyince, o zaman başka bir telefondur diyor. Bir de yüzüme söylüyor. Ben onu Rıfkı Danışman’a bağlattım deyince, o zaman benim bahsettiğim başka numaradır, aklımda yanlış kalmıştır diyor. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.

Böylece geniş bir alana yayılmıştı MTTB. Bunları, tatbiki faydası olur diye anlatıyorum. Üniversite gençliği eğer sıkıyönetim şartlarında dahi bu faaliyetlerde bulunabiliyorsa serbest zamanda neler yapabilir? bir düşünelim.

GÜREŞ KURULTAYINI İPTAL EDEN OSMAN PAŞA

Mesela; bir güreş kurultayı tertip etmiştik. Gençlik ve Spor Bakanı Sezai Ergun idi. O da geleceğini söylemişti. Saat 2.00’de talebe birliği konferans salonuna geleceklerdi.
Bir gün önce akşam saat 6.00’da haber verdiler ki, Yerebatan sarayının karşısındaki inzibat karakolundan bir binbaşı bir askerle yazı göndermiş. Kendiside telefon açmış.

Yarınki toplantınızı iptal ettik demiş.”

Yarınki toplantımızı nasıl iptal edersiniz, bakan gelecek, ben rezil oldum o zaman.” dedim.

Paşa’yı gece bulma şansım yoktu.

Faik Türün Paşa; “Bak bu çocuk fî-sebîlillah çalışıyor. Ne zaman bir iş için müracaat etse benimle bu çocuğu görüştüreceksin” demişti. Paşa bu tabiri ilk defa Lütfi Albay’a demişti. Sabah olunca Faik Türün Paşa’nın emir subayı Lütfi Albay’ı aradım.

Paşamız nerede” diye sordum.

Hadım köy’de birlikleri denetlemeye gitti” dedi.

Yâ albayım! Rezil olduk” deyince

Ne oldu, hayrola Ömer?”dedi.

Bir güreş kurultayı tertip ettik kurultaya gençlik spor bakanı da gelecekti.  İnzibatkarakolundakiler toplantıyı iptal etmişler” dedim.

Lütfi Albay telefon açıp işin aslını öğrenmiş. Kıbrıs Fatih’i diye lanse edilen Tüm General Osman Fazıl Polat Paşa toplantıyı iptal etmişti.

Lütfi Albay “İş beni aştı yapacağım bir şey yok.” dedi

“Ne yapacağız o zaman?” dedim.

“Merak etme, Fatih Camii’nde bir orgeneralin hanımının cenazesi var. Paşa oraya gelecek. Gel, ben seni görüştürürüm. O halleder.” dedi.

Fatih Camii’nde cenâze için toplanmışlar. Namaz kılmadıkları için dışarıda bekliyorlardı.

Lütfi Albay’ı gördüm. “Gel gel!”dedi. “Paşam, Ömer’in bir maruzatı var.” diye beni onunla görüştürdü.

Paşa “Söyle, buyur evlâdım?” dedi.

“Paşam biliyorsunuz, bütün yapılacak faaliyetler için izin alıyorum. Bu ay için aldığım izinlerden biri de saat 2.00’deki güreş kurultayımız içindi. Gençlik ve Spor bakanı da gelecekti. Alemdar inzibat karakolundan izni iptal etmişler.” deyince birden merkez komutanına döndü ve “Fazıl Paşa!” dedi.

O da “Buyur komutanım!” deyip çakıldı hemen. Şişman, göbekli de birisi idi.

“Kim iptal etti benim verdiğim izni?” dedi. Susuyor tabi, cevap yok.

“Koş derhal telsiz ile haber ver, ben bu çocuklara izin verdim. Toplantıyı yapsınlar. Mahcup etmeyin bunları!” dedi.

Allah sizi inandırsın, Fatih Camii’nde cenâzelerin konduğu yeri biliyorsunuz (Eskiden içeride bir yerdeydi) oradan koştu, telsizle haber verdi. O zaman ben yirmi küsur yaşındayım ve spor da yapmış bir adamım. Adama zor yetişiyorum arkasından, caddeye indik arabadan telsizle haber verdiler. “Toplantı komutanımızın izni ile yapılmaktadır. Derhal inzibat karakoluna da bildirin.”

Böylece yaptık o kurultayı… Elhamdülillâh

Meğer o iptal etmiş.

Daha önceden de bir engelleme daha yapmıştı bize. Ankara’dayım, telefon açtılar bana. Fatih Camii’nin avlusundaki yurt da bize aitti. Yurda gelip kırk üç tane arkadaşı dinamit bulundu vs. diye almış götürmüşler. Bizimkiler, beni Ankara’da iken aradılar. Hiçbir yerde yok çocuklar, kayıp.

Birinci şube müdürü Ilgaz Aykutlu vardı. Tabi benim Ferit Melen ile münâsebetimi bildiği için bana yardımcı olmuştu. “Vallahi yok Ömerciğim, bak gel gezdireyim.” dedi. Gittik. Bütün o birinci şubeyi ve odaları gezdirdi. Nezârethane, orası burası gezdirdi. Hakîkaten yoklar. Sağmalcılar Cezaevi o zaman yeni yapılıyor. İçeride arattırdık. Savcılık listesinde yok isimleri. Nereyi aradıysak yoklar.

Bulamayalım diye ne yapmış: Sağmalcılar Cezaevi’nin revirine koydurmuş. Bu işi yapan da bu Osman Fazıl Polat idi. Güreş kurultayı yapıyoruz, bütün gazeteler yazıyordu.

FATİH GENÇLİK VAKFININ KURULUŞU

Bu yazı Fatih Gençlik Vakfı’nın kendi sitesi olan “fatihgenclikvakfi.org” sitesinden alınmıştır:

MTTB’nin 47. ve 48. Dönemi’nde Fatih Sultan Mehmed Hân’a layık bir eser vücuda getirmek gâyesiyle Fatih Anıtını Yaptırma komitesi kurulmuş ve halktan para toplanmıştı. Orta Öğretim Komitesi adını taşıyan bu komitenin gâyesi sâdece rozet mukâbili halktan yardım toplamaktı. Bu şekilde toplanan 210 bin TL civarındaki yardım 48. Dönem MTTB Genel Başkanı İsmail Kahraman’a teslim edilmiş ancak Fatih Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak bir heykel yaptırma düşüncesi 1971 Nisan’ına kadar fiiliyata geçirilememişti.

50. Genel Kurul’da MTTB Genel Başkanlığı’na seçilen Muhterem Ömer Öztürk, bu düşünceyi hayata geçirmek için hemen işe koyuldu. Bu öyle bir eser olmalıydı ki ecdâdın ebediyete uzanan eserlerine benzemeliydi: Sebiller, imarethaneler, köprüler, kervansaraylar, hanlar, çeşmeler, mekteblerle… Ecdâd kendini mezarında mütevâzî bir şekilde; fakat eserlerini cemiyetin hizmetinde bırakmayı tercih etmişti. Onların torunları olduğumuzu iddiâ eden bizlerin, onların rûhlarına tezat teşkil edecek birtakım teşebbüslerde bulunmamız elbette düşünülemezdi.

Muhterem Ömer Öztürk Ağabey, bu düşüncelerin neticesinde Fatih Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak en uygun eserin bir Vakıf kurulması olduğuna karar verdi. Daha önceki dönemlerde toplanan 210 bin TL civarındaki paranın 140 bin TL’si ile İsmail Kahraman, noter kanalıyla kendi adına vakıf tesis senedi hazırlamış, bakiyesi (70 bin TL civarındaki para) ise İsmail Kahraman nezdinde kalmıştır. Muhterem Ömer Öztürk, bu vakıf senedini kabul ederek hemen teşebbüslerine başlamış, kuruluş hazırlığını tamamlayarak 18 Haziran 1971 günü İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne mürâcaat etmiştir. Yine aynı mahkemenin verdiği 21 Haziran 1971 tarihli kararı ile Fatih Gençlik Vakfı resmen tescil edilmiştir.

Ağustos 1971 tarih ve 13919 sayılı Resmî Gazete’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tescilinin yayınlanmasıyla Fatih Gençlik Vakfı’nın resmen kuruluşu tamamlanmış ve Muhterem Ömer Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı döneminin önemli icraatları arasına girmiştir.

 

Böylece 24 ay MTTB başkanlığı döneminde Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimizin himmetleri ile İslami gençliğin yetiştirilmesinde muvaffak olduk. (Elhamdülillah) 1964 senesinde bizim aile şirketlerine ortak olarak 37. gurup ticaret odasına demirciler grubuna kaydolmuştum. Hazretin emirleri ile kabul ettiğim MTTB başkanlığın Raşit Ürper’e devrederek bir kaç sene ara verdiğim demir ticaretine geri döndüm.

Hz Sâmî Efendimiz “İslam gençliği yetiştirirsiniz” buyurmuşlardı. Bu emri başkanlığı devrettikten sonra da devam ettirmek için hem ticaretle uğraşıyor, hem de MTTB Başkanlığım sırasında kurduğum Fatih Gençlik Vakfındaki hizmetlere devam ediyordum.

YAHUDÎ’NİN MÜSLÜMAN OLMASI

Bir tarihte İstanbul İş Hanında İzak isminde bir Yahudî vardı. İplik tüccarlığı yapıyordu. Ticaret sırasında bizim dükkâna geliyordu. Bu münâsebetler esnâsında adam elhamdülillah Müslüman oldu. İsmin “İshak (a.s.)’dan alınma olduğu için İshak olsun” dedim. Adam çok memnun oldu.

Namaza abdeste başladı adam 20-25 gün sonra yanıma geldi:

“-Ömer Bey bir daha gelemeyeceğim size.

“-Hayrola niye gelemeyeceksin.

-Benim Müslüman olduğumu evdeki çoluk çocuğum anladı. Bana hanım diyor ki; Senin yüzün nurlanmaya başladı, sen namaz mı kılıyorsun?

(Bu hainler bu işi ne kadar iyi biliyorlar teemmül edelim. Müslüman olarak bizler bu işe bu kadar ehemmiyet verip dikkat eder miyiz?)

İshak dedi ki; “Bunlar beni öldürürler kusura bakma ben bir daha gelemeyeceğim.” Bu aynı zaman da bir Yahudî kadının da sözüdür.

Mesele yok sen İslam’ı yaşa da istersen gel, istersen gelme.

Bir Yahudî Müslüman olursa Yahudi’nin tek bir cezası var o da “Ölüm…” İsrail’de hiçbir kimse Müslüman olduğunu açıklayamaz. Gizlice, sessizce yaşayabilir. Amma bizim hoşgörü şampiyonu ve onun gibi profesör etiketli hainler Yahudî’yi Cennet’e almaya uğraşıyorlar.

İLK HACC 1394 [M.1974]

İlk haccımı 1394 tarihinde Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz ile edâ ettik. Haccın organizasyonunu yapan zevat küçük bir kamyonet tutmuş. Yaklaşık yirmi kişi o kamyonetin arkasına, birbiri üzerine oturarak sıkıştık. Neyse ki ön tarafta bir kişilik yer var. Oraya da şoförün yanına Efendi Hazretleri oturdu. Mina’ya çıkma hazırlığı yaparken aramızda şöyle bir konuşma geçti:

– Yâhu orada da sizin teşkilatınız yoktur. Şuradan Hazreti Sâmî Efendimiz için bir yatak götürelim.

– Kim taşıyacak yatağı?

Ben taşırım Arafat’a kadar. Sonra oradan da geri getiririm.

Neyle getirirsin?

Sırtımda getiririm.

Neyse götürdük yatağı, Hazret de memnun oldu. Allah şefaatına nail eylesin. İstirahat buyurdular. Elhamdülillah ilk haccı da bu şekilde tamamlamış olduk.

Nebî (s.a.v.) buyuruyor ki: “Her duâ indallahda (Allah katında) makbuldür.

Yaptığımız her hareket de duâlar netîcesidir. Elini kaldırırken Cenâb-ı Hakk’dan izin istiyorsun. Allah müsâade ediyor da elini kaldırıyorsun. Bir başka zaman elime kramp girdi diyorsun. Her şeyimiz duâ ile. Duânızdan başka neyiniz var? diye buyuruyor.

Mina’da çadırı kurdu arkadaşlar. Bir de baktım karyola ve yatak getirmişler. Dedim ki onlara “1394’te Hazret’e sırtımda yatağı taşıdım. Birkaç sene sonra da Allahü Te’âlâ ben istemeden böyle yatak gönderdi. Allah (c.c.), Hazret için ne yaparsam bu tarafta da karşılığını veriyor inşâallah. Cenâb-ı Hakk öbür taraftaki mükâfaatları zâyi etmesin. Esas karşılığı o tarafta versin.

ÖMER ÖZTÜRK’ÜN BİZE ÇOK MUHABBETİ VAR!

Yine bir gün evde: “Ömer Öztürk çok hâlisâne çalışıyor. Çok vefâkârâne hizmet ediyor. Allah kendisinden râzı olsun. Ömer Öztürk’ün bize çok muhabbeti vardır. Hizmet için fırsat kollar.” buyurmuşlardır.

Hazret “Onun bize çok muhabbeti vardır” diyor. Muhabbet büyükten küçüğe geçer. Cenâb-ı Hakk Âyet-i Kerime’de:

يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ ۝

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide s. 54) buyuruyor. Dolayısıyla, muhabbet büyükten küçüğe geçer buyuruyordu.

Bahâuddin Şah-ı Nakşibend Hazretlerine Alaaddin Attar ve Muhammed Pârisâ Hazretleri soruyorlar. “Efendim biz mi sizi sevdik, siz mi bizi sevdiniz?” Onun üzerine Hazret bir tasarrufta bulunuyor. İkisi de bir bakıyorlar ki kalplerinde hiçbir şey kalmamış. “Aman efendim! Tevbe estağfirullah biz tövbe istiğfar ettik. Böylece muhabbetin de sizden geldiğini anladık” diyorlar. Dolayısıyla orada “Ömer’in bize çok muhabbeti var” demek tam tersiyle “bizim ona çok muhabbetimiz var ki O da ondan ötürü bizi sevebiliyor” demektir ki Hazreti Sâmî (k.s.) bunu onlarca kez söylemiştir. Daha da ötesi Hazret birkaç defa “Sizin sevdiklerinizi ben de seviyorum” buyurmuşlardır.
Allah onun söylediği tebşîrâta hepimizi nâil etsin. (Âmin)

İLK HACCA GİDİŞİMDE BURSALI HAKKI EFENDİ

Bursalı bir Hakkı Efendi vardı. Bizim birader, “bu sene hacca arabayla git, Hakkı abiyi de götür. Ma’nen istifâde edersin” diyordu. Neyse ihvândan Hakkı Efendi diye birini gördük. Adamın konuşma ve halleri hoşuma gitmedi. Abime dedim ki, “Konuşmalarında da saçma sapan şeyler anlatıyor. Uçuyor, kaçıyor. Bizim böyle uçmayla kaçmayla işimiz yok. Ben bu adamı sevmedim bu adamla hacca macca gidemem.” dedim.

Abim “Aman Ömercim, ben söz verdim, rezil olurum yapma etme!” dedi. Aradan bir müddet geçti. Efendi Hazretleri’nin hâdimesi Fatma geldi. “Babam seni çağırıyor” dedi. Gittim, Efendi Hazretleri “Ömer, evladım. Bu sene inşâallah hacca Bursalı Hakkı ile gidersiniz. Kendisi defaatle hac yapmıştır. Arapça da bilir. Size yol delîli olur” buyurunca “baş üstüne tamam” dedim.

Hakkı ile arabaya bindik, bir de yanımızda O’nun Nuri Çekirdekçi adında bir mürîdi vardı. Yola çıktık. Ankara asfaltındayız. Başladı “İşte dün gece Uganda’dan (ma’nen) muz geldi yedik vs.” Tam orada trafik levhası İçmeler sapağını gösteriyor. Çektim arabayı kenara “Bana bak Hakkı, Hazret götür dedi ben seni onun için götürüyorum. Hâfız-ı Kur’an’sın. Şimdi buradan başla. Kaç tane hatim indirirsen Mekke’ye, Medîne’ye kadar başımız üstüne, dinlerim. Bildiğin hadis varsa onları da söyle. Efendi hazretlerinden duyup dinlediğin menkîbeler varsa onlar da başım üstüne. Bir daha Uganda, muz, uçtuk kaçtık duymak istemem” dedim.

Nuri Çekirdekçi, “Aman Ömer Abi çok büyük ma’nevî görevli bir zâttır. Sana bir zararı olmasın, bir şey deme buna.”dedi. O’na da “Bana bak, kes sesini, sen de aynı şeye tâbisin. Saçma sapan konuşmak yok” dedim.

Medîne-i Münevvere’ye geldik. Bir ev tuttuk. Sırayla ev işleri bulaşık, yemek, temizlik vs. yapılacak. “Bulaşık, temizlik vs. işleri yaparım ama ben hayatımda yemek yapmadım. Yemek yapmayı bilmem, benim sıram gelince çarşıdan hazır alırım, siz de yaparsınız.” dedim. Nuri Çekirdekçi, “O çok büyük bir velidir, onun bulaşığını da ben yıkayım” dedi. “Bana bak kes sesini, burada tezkiye-i nefse uğraşıyoruz. Yıkasın bulaşığı sürtsün burnu!” dedim. Nuri’ye bunları söylerken kendi de içeride duyuyordu. Bulaşık da yıkattırdım, evi de süpürttürdüm. Allah selâmette kılsın.

Allahü Te’âlâ kimsenin sonunu öyle etmesin. Ömrünün sonunda televizyonda Hakkı’yı göstermişler. İki bina arasında bir tünel açmış. Kadınlar bir taraftan giriyor diğer taraftan çıkıyor. Cennete yol kurmuş, parayla milleti tünelden geçiriyor. (20 sene evvel)  Kadın televizyonda diyor ki, “1 milyar para harcadım, hala cennetin kokusunu alamadım.” Bu durumlara düştü. Allah muhâfaza etsin. Kendisine Efendi Hazretleri o kadar itibar ederdi ki, “Namazı hâfız Hakkı kıldırsın” der, namazı O’na kıldırırdı. En son zamanlarında Halil İbrahim Erdönmez’e Hakkı “Artık namaza da başladım” demiş. Ulu caminin önünde kitap satardı. Bunu şunun için söylüyorum. Ma’neviyat yolu oyuncak yolu değil, Allah muhafaza etsin. Bu yolu maddi geçimine âlet edersen bu hallere gelirsin.

Medîne’de 12 kişi idik, en son Efendi Hazretleri, O’nunla hiç kimsenin münâsebet kurmayacağını, görüşmeyeceğini, konuşmayacağını, O’nu sohbetlerine kabul etmeyeceğini hepimize tebliğ etti. Burası böyle bir yer. Allah muhâfaza etsin.

1976 HACCI

Efendi Hazretleri 1976 haccına gitmesi için torununa “Ömer abine söyle, bu sene hacca arabayla gitsin, seni de hacca götürsün” buyurmuşlar.

Peki, baş üstüne” dedim. Hazret götür dediyse mesele yok. Efendi Hazretlerinin torunu Mahmûd, yaş olarak bana yakındır aramızda 14 ay fark var ama konuşmayı, gülmeyi, eğlenmeyi çok sever, benim mizacım da tam tersi… 8 bin km. yol yapacağız. Gerçi onların yaşları Mahmûd’a göre çok küçüktür ama Ali ile Refik’e “siz de gelin ona arkadaşlık edersiniz” dedim.

Allah râzı olsun onlar da geldiler. Bizim bir station Peugeot araba vardı, hep beraber onunla hacca gittik.

MEDÎNE’DE YUSUF EMMİ’Yİ ZİYÂRET

Muhterem Ömer Öztürk Ağabeyin Hac arkadaşlarından olan Refik Tayla anlatıyor:
Ömer Ağabey bizi (Refik Tayla, Ali Öztürk, Mahmûd Kirazoğlu) Medîne’de mücavir olarak yaşayan Sâmî (k.s.) Efendimizin ihvanlarından Yusuf Emmi adında yaşlı bir zâtı ziyarete götürdü. Ziyarette hasbihalden sonra Ömer Ağabeyin Yusuf Emmi’nin sorduğu sorulara verdiği toprak gibi mütevâzî cevâblarına karşı Yusuf Emmi şahâdet parmağını Ömer Ağabeye doğru uzatarak aynen şunları söyledi: “Bana bak Senin ne olduğunu bir söylersem, ma’nevî hâlini bir ifşâ edersem o zaman görürsün” dedi.

Yani Yusuf Emmi “Bu kadar da mütevâzî olma, ne olduğunu, ma’nevî vazîfeni en azından yanındaki arkadaşlarına söyle” demek istedi ama Ömer Ağabey bu konudaki tavır ve davranışlarını hiç değiştirmedi.

MİNA’DA HAZRETİN İKRÂMI

O senelerde hacca gidenler, haccın çok kalabalık olduğunu bilirler. O mahşeri kalabalıkta Mina çadırlarda bulunduğumuz sırada Suriyeli bir hoca efendi (sonradan adının Ömer olduğunu öğrendim): “Selâmün aleyküm. Siz Sâmî Efendinin evlâdı mısınız?” dedi. (Alnımızda mı yazıyor Hazreti Sâmî (k.s.)’un evlâdı olduğumuz.)

Evet” dedim.

Tamam, benim size vereceğim hediyeler var. Şu 4 tane portakal size, filan yerden gelmiş hediyemdir. Alın bunları, afiyetle yiyin.

Eğer sen bu yola gönül vermişsen her zaman takip ve murâkabe altındasın bi-iznillah: Kaza geçirirsin yanında olur (bk. kaza), yanıldığın yerde düzeltir (bk. Rıfkı Danışman, yavaş konuş), Mina’da o mahşeri kalabalıkta seni buldurur, portakal bile ikrâm eder.
Allahü Te’âlâ onun evlâdı olarak yaşamayı ve hatm-i enfas etmeyi nasîb etsin. (Âmin)

Refik Tayla diyor ki: “Bize Mina’da portakal ikrâm eden zâtı hiç unutmuyorum. Düşmanına korku veren heybetli acayip bir görüntüsü vardı. Ömer Ağabey o zât gidince bize “Bu zât ma’nevî görevlidir.” demişti. Enteresan bir adamdı o…

RÜŞVET ALAN DA VEREN DE CEHENNEMDEDİR

Hacdan dönerken dedim ki “Bakın arkadaşlar! Arabayı ben kullanıyorum. Şoför mahalli hariç, ayaklarınızın altına dahi eşya koyabilirsiniz. Arabanın tonaj sınırına kadar ne istiyorsanız satın alın. Yalnız bir şartım var. Gümrükte arabada ne var denirse hepsini teker teker gümrük memuru gibi sayarım. Elektronik eşya, kadife, kumaş (Türkiye’de yoktu o zamanlar) hepsini sayarım ona göre.

Hakîkaten arkadaşlar da öyle yaptılar. Şoför mahalli hariç arabanın her tarafını eşya ile doldurdular. Yola çıktık. O yıl hacca 90 binin üzerinde hacı gelmiş ve büyük bir kısmı da arabayla gelmişti. Suriye kapısına geldik.

Suriye girişi ana baba günü. Her taraf araba dolu… Biz de sıraya girdik. Binlerce araba var yüzlerce değil. Artık sıramız ne zaman gelecek belli değil. Kenara çekildik bekliyoruz. Bir adamcağız geldi. “Sevvak? – Şoför kim?” diye sordu. “Benim” dedim. Bana “kenara gel” dedi. Kenara geçtik. Adam bana, “bak bu arabanın her tarafı, içi dolu. Şimdi bütün bunların hepsini indireceksin (Arapça anladığımız kadarıyla). Bunların hepsini teftiş edeceğiz. Size de çok zahmet olacak bu. Sen şimdi bana bir bahşiş ver, geç, git” dedi.
Ben de dedim ki:

قَالَ النَّبِيُّ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اَلرَّاشِي وَالْمُرْتَشِي فِي النَّارِ

Resûlullah (s.a.v.): “Rüşveti alan da veren de cehennemdedir.” (Taberânî) buyurmuşlardır.

Adam şaşkınlık içerisinde “Ne dedin. Bir daha söyle!” dedi.

Nebî (s.a.v.), “Rüşveti alan da veren de cehennemdedir” diyor. Bizim için hiçbir zahmet yok. Eşyayı teker teker indiririz, kontrol edersin, tekrar yerine koyarız gerekirse bekleriz hiç önemli değil, dedim.

Adam sakalımı tuttu, okşadı. (Araplarda bu çok büyük iltifattır.) “hâzâ haci – Hacı dediğin böyle olur, verin şu pasaportları” dedi. Aldı bizim pasaportları, çıkardı kalemi ve hepsine imza attı. Ondan sonra elini ağzına soktu. Büktü dilini, ıslık çaldı. Birkaç yüz metre ilerideki çıkış kapısına işaret etti. Bunun işaretini duyunca ne var der gibilerinden işaret ettiler. Meğer adam oranın başmüfettişiymiş. Binlerce arabanın arasından çıkardı bizi hiç beklemeden Suriye kapısını geçtik.

Talebe Birliği başkanlığına giderken, Hazreti Sâmî (k.s.) “dürüstlüğe devam edin, ağzınıza geldiği gibi konuşun” demiş idi. O dürüstlüğe devam ettiğiniz müddetçe netice bu. Neler öğrendik onu bilmem ama o dürüstlüğe devam etmek daima kazandırıyor.
Allah şefaatlerine nâil eylesin, hep O Zât’ın himmeti.

KOPMAYA YÜZTUTMUŞ PARMAKLAR

Muhterem Ömer Öztürk ağabeyin arkadaşlarından, MTTB’de çeşitli görev ve vazîfelerde bulunmuş ve şu anda İstanbul’da kumaş ticareti yapan Refik Tayla anlatıyor:

 

1976 senesinde Erenköy’den Talebe Birliği’ne doğru Muhterem Ömer Ağabeyin, biri Peugeot, biri de Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hizmetinde kullandığı Chevrolet marka iki arabası ile yola çıktık. Boğaz köprüsüne 100 metre kala Chevrolet araba arızalandı. Arabalardan indik ve arızalanan arabayı müsâit bir yere çekmek için hep beraber arabayı itmeye başladık. Oturduğum yere yakın olan Chevrolet’in sağ arka kapısı tarafından arabayı iterken arkadaşlardan biri yanlışlıkla sağ arka kapıyı süratlice kapattı ve  dört parmağımı sıkıştırdı. Zaten ağır ve hantal bir araba olan Chevrolet’in kapısına bir de elim sıkışınca kapıyı açmak oldukça zorlaştı. Biraz uğraştıktan sonra zorlayarak da olsa kapıyı açtık. Parmaklarım kopacak seviyede iyice ezilmiş mosmor olmuştu. Acılar içerisinde kıvranıyordum   hem müthiş bir şekilde canım yanıyor hem de parmaklarım yerinden kopacak diye korkuyordum. Bu ızdıraplı hâlimde Muhterem Ömer Ağabeyim beni yanına çağırdı bir şeyler okudu ve daha sonra teker teker ezilen parmaklarımı ağzına alıp yaladı. Parmaklarımı Muhterem Ömer Ağabey ağzından çıkarınca ağrım tamamen dinmiş ve parmaklarım eski haline dönmüştü.

Hepimiz bu duruma çok şaşırmış hayretler içerisinde kaldık. Bu hayret ve şaşkınlığımız geçince arabayı tamir ettirdikten sonra hiç bir şey olmamış gibi yolumuza devam ettik.

Allah dostu hakiki bir merd-i kamil olan Ömer Ağabeyden Cenâb-ı Hakk bizleri ayırmasın. İki cihânda O’nunla birlikte olmayı nasîb eylesin. (Âmin)

Yine Refik Tayla’nın oğlu Ömer Tayla anlatıyor:

2005 Yılı Nisan ayında Uludağ’da kayak yaparken pistin buzlu olmasından ötürü çok kötü bir şekilde taklalar atarak düştüm. Öyle ki düşmenin etkisiyle kayak takımlarım paramparça olmuştu.

Düştüğüm yerden kalkamadım ve 112‘yi arayarak ambülâns çağırdık. İlk müdahale yapıldıktan sonra beni acil olarak İstanbul’a getirdiler.

Üç gün Hastanede yapılan tetkikler sonucunda doktorlar bana boyun destek kemiğinin kırıldığını söylediler. Ben bu zamana kadar önemli bir şey olmaz ağrılarım birkaç güne kadar geçer düşüncesiyle babamları telaşlandırmamak için onlara bir şey söylememiştim. Ama tahlil neticelerini alıp işin ciddiyetini anlayınca söylemek zorunda kaldım.

Kırılan boyun destek kemiği omurilik ile alakalı olduğu için bundan bütün vücûdum etkilenmişti. Yürürken ve kollarımı hareket ettirirken zorlanıyordum, belimde, kollarımda ve bacaklarımda ağrılar oluyordu yani dengem bozulmuştu.

2008 yılına kadar Türkiye’nin bu konuda en meşhur doktorları dâhil gitmediğimiz doktor kalmadı. Gittiğimiz bütün doktorlar tek çarenin ameliyat olduğunu ama ameliyatın hem kesin çözüm olmadığını hem de felç olma riski taşıdığını söylüyorlardı. Biz de başka bir çözüm bulur ameliyattan kurtuluruz diye arayış içerisinde olduk. Bu arayış 2008 yılı yazına kadar devam etti. Tabi bu süre zarfında üç yıl sürekli o ağrılarla yaşadım.

Aslında bu kazanın başından beri Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimizin Muhterem Ömer Öztürk Amca hakkında “Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını reddetmez. Duâsı makbûl kişilerdendir O…  O ma’nen vazîfelidir. Bizim ma’nevî vazîfelimizdir” dediğini ve bu ma’nevi hallerinden birinin de böyle hastalıklara şifâya vesîle olması olduğunu biliyorduk. Ama böyle nefsânî bir iş yaparken başımıza gelen bu kazâdan ötürü Muhterem Ömer Öztürk Amcaya gitmeyi gönlümüz pek istememişti.

Üç yıl boyunca çalmadığımız kapı kalmayıp başka çâremiz kalmayınca babam durumumu bütün safahatıyla Muhterem Ömer Amcaya anlattı. Ömer Amca da “Bu tür işleri sıcağı sıcağına söylemek lâzımdı. Şimdiye kadar neden söylemedin. Yine de getir Ömer’i… Şifâ Allah’tan” demiş. Babam da beni Ömer Amcaya götürdü. Ömer Amca beni önündeki sandalyeye oturttu. “Sen sürekli Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimizi düşünmeye çalış” dedi. Ömer Amca hem bir şeyler okuyor hem de boynumu, belimi, ellerimi ve ayaklarımı, masaj yapar gibi sıvazlıyordu.

Bir an öyle oldu ki rûhumun bedenimden çıktığını hissettim sanki ben orada değildim bir gökdelenin tepesinde oturuyordum. Vücûdum sanki benim kontrolümden çıkmıştı. Yani istesem elimi kaldıramayacak gibiydim. Anlatılması, tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde kendimden geçmiştim. Ömer Amca “Tamam bitti. İnşâallah iyi olursun.” deyince kendime geldim.

Kendime geldiğimde ilk hatırladığım ağrılarımın geçtiği rahatladığımdı. Bir hafta sonra Ömer Amca’yı ziyârete gittiğimde durumumu sordu. Ben de “Ömer Amca Allâh râzı olsun sayende ağrılarım tamamıyla geçti ama ayaklarım biraz ağarıyor” deyince “O zaman bir daha okuyalım” dedi. Ben Ömer amcaya yine gittim. Ömer Amca önceki seferde olduğu gibi beni önündeki sandalyeye oturtarak daha çok ayaklarımı masaj eder gibi sıvazlayarak bir şeyler okudu. Ayaklarımın ağrısı da tamâmen geçmiş üç sendir hayatımı karartan böyle hastalıktan tamâmen kurtulmuş oldum.

Allâhü Teâlâ’nın izni ve keremi, Efendi Hazretlerinin himmeti ve Mevlâ’nın katında duâları reddolunmayan Muhterem Ömer Öztürk Amcanın kıymetli duâları sayesinde şifâ buldum. Allâh (c.c.) kendilerinden râzı olsun eksikliklerini göstermesin.

Ma’neviyat büyüklerimizin bu tür hâdiseler karşısında “Bu, Allah’ın şu cemaate bir rahmetidir” deyip hiç takılmadan insanları istikâmet üzere kılavuzlamaya devam ettiği gibi gerçek bir Allah dostu olan Muhterem Ömer Ağabey de bu olaydan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ederek yanındakileri bir ömür boyu istikamet üzere kılavuzlamaya devam etmiştir.

BEN HAKETMEDİĞİM PARAYI ALMAM

Şu anda Sokullu Camii’nden Şişhane, Taksim’e doğru yokuşu çıkarken sağ tarafta Karagül iş merkezi var. Benim 1976 yılında orada dükkânım vardı. Bir gün dükkânda otururken adının Mehmet Karagül olduğunu söyleyen bir adam içeriye girdi. “Biz bu dükkânı 7.000.000 liraya satın aldık. Burayı yıkıp yerine büyük bir iş merkezi yapacağız. Bu dükkândan ne zaman çıkacaksın?” dedi.

Ben de ona “Mart sonunda mukavelem bitiyor. Mukavelem bitince çıkarım.” dedim.
O da elindeki gazeteye sarılmış 1.000.000 lirayı bana uzattı “Ben burayı 7.000.000’a aldım 6.000.000’nu mal sahibine verdim. Bu 1.000.000 lira da senin hakkın.” dedi.

1976 yılında 1 Cumhuriyet altını 400 lira; 1000.000 lira 2500 tane Cumhuriyet altını ediyordu. Yani bugünkü değeri (1 Cumhuriyet altını 350 lira civarı) 875.000 lira (540.000 dolar) ve bu para o zamanki ekonomik şartlar içerisinde Türkiye’de sayılı kişilerde bulunan büyük bir servet değerinde idi.

Ben de ona “Ne münasebet bu parayı ben hak etmedim. Hakkım olmayan parayı da alamam. Ama merak etme bizim için sözde sadakat her şeyden önemli. Mart sonunda mukavelem bitiyor. Biz mukavele ile bağlıyız, sözümüzde dururuz. Mart sonunda dükkânı boşaltır sana teslim ederim. Al kardeşim sana param helal olsun, hayırlı olsun, lazım değil senin paran.” dedim.

Adamcağız inanamadı. “Gerçekten boşaltacak mısın?” diye birkaç defa sordu. Aynı cevâbı alınca adam sevincinden bu devirde böyle insanlarda var mı diye boynuma sarıldı.

HAZRETİ SÂMÎ (K.S.) EFENDİMİZ İSİMLERE ÇOK ÖNEM VERİRDİ

Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimizin evini Cihad Sarpkaya adında ihvândan biri kiralamak istediğinde Hazret: “Allah Allah hem sarp hem de kaya imiş.” dedi. Ömer Kirazoğlu abiye “Yâhu Ömer abi, bak Hazret beğenmedi” dedim. Ömer abi de “Ya nereden çıkarıyorsunuz beğenmediğini.” dedi. Hazretin o sözüne rağmen O’na evi kiraya verdiler. Adam ihvân olduğu halde ne kirayı verdi ne de zam yaptı. En sonunda adamı evden zorla çıkarmak zorunda kaldık.

HAZRETİ SÂMÎ (K.S.) EFENDİMİZLE ÖZEL BİR SOHBET

Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz, Fakir ile yaptığı özel bir sohbette şöyle buyurdular:

Bir yaşlı adam var kendisi kurmay, erkânı harbde. Kendisi şu an İtalya’da bulunuyor. Orada bir kurs için bir yıllığına ordu göndermişti. Orada iki volkan var, Etna ve Vezüv. Bunlar yanardağlar, birini incelemeye gitti. Bu çalışmalara karşılık, miralay olacak inşâallah kuvvetli (kuvvetli demek Efendi Hazretlerinin lisânında yani ma’nevi olarak kuvvetli demek) kendisinin hanımı bizim kayınbiraderin hanımı Meziyet ile görüşmüş. Çok memnun olmuşlar.

Kendisiyle görüşürseniz inşâallah (fakiri kasdederek) sizden istifâde eder” diyor ve şöyle devam ediyorlar:

İtalya’daki iki volkan Etna ve Vezüv yanardağlarının içine bir adam bir de öküz düşüyor. İkisi de ölüyor. Öküz parçalanıyor, insanı geri çıkartıyorlar, insan ölmüş ama paramparça olmamış kömür gibi olmuş. Yarın Fezâil-i Ekber gününe ait ne mühim bir örnek. Bu husustan ibret alanlara ne büyük dersler var. Hizmetlerinizden Allah râzı olsun.Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette müdâvim kılsın.”

1977 HACC YOLCULUĞU VE TRAFİK KAZÂSI

1397 [M.1977] Haccına Refik Tayla ve eski ortağımla beraber benim arabamla gittik. Dönüş yolunda saat gece 24.00’te Suudi Arabistan sınırını geçtik. Arkadaşlara dedim ki “Şurada duralım, yemeğimizi yiyelim, istirahatımızı yapalım ondan sonra yola devam ederiz.”

Gençliğin de verdiği heyecan ve enerji ile “Abi yolcu yolunda gerek yola devam edelim” dediler. Böylece yola devam ettik. Arabayı Refik kullanıyordu. Refik “Abi siz çok yoruldunuz uzun süredir de uyumadınız. Arka koltukta biraz istirahat edin” dedi.

Ben de “(Tabi şoför zaten uyumayacak) Eğer şoförün yanında oturan uyumazsa olabilir.” dedim ve arka koltuğa geçtim. Ben uyuyunca önce şoförün yanındaki uyumuş biraz sonrada şoför olan uyumuş ve Ürdün’ün başkenti Amman’a 60 km. kala gece yarısı saat 3.00 sularında araba 4-5 takla atmış.  Ben arka koltuk ile ön koltuk arasında ayağımızı bastığımız yere sıkışmışım. Diğer iki arkadaş kapılardan çıkmışlar. Benim sıkıştığımı görünce telaş ile arka camı kırıp, beni sıkıştığım yerden zorla çıkardılar. Çıkartırken de vücudumda bayağı hasar oluştu. Sağ ve sol tarafımda yırtılmalar, kanamalar, kırılmalar olmuş. Bu vaziyette beni dışarı çıkarıp kumların üzerine yatırdılar. Orada söylediğim sözü yanımdakiler de ben de hatırlıyorum: “Ya Rabbi bütün kader kaza senin takdîrindir. Senden gelene râzıyım bu kaza senden gelmiştir. Aramıza şeytanı sokma.” demiştim. Kaza geçirdiğimizde ben 30 yaşlarında idim. Kazada yanımda bulunan diğer ikisi benden daha gençti. Biri benden 12 yaş diğeri ise 9 yaş küçüktü.

Kaza yaptığımızda arabayı kullanan Refik Tayla’nın endişeli ve üzüntülü halini görünce ki onlar “Abi sana bir şey olursa, Allah korusun Sen ölürsen biz ne yaparız” diyorlardı. Yine aynı lâfızla Refik’e de “Sakın aramıza şeytanı sokma. Kaza ve kader Allah’ın elinde, Allah’dan gelen her şeye râzıyım.” diyerek onları teskin etmeye çalıştım.

Kazada arabayı kullanan Refik Tayla diyor ki: “Ömer Ağabey gece yarısı, o yaralı halinde abdest aldı dört rek’at, hem de oturmadan teheccüd namazını kıldı. Ömer Ağabey’e o zaman demiştim ki Abi ne olur bu farz namaz değil, sünnet olan bir namaz günahı vebali benim olsun yat, kılma namazı ama O yine kılmıştı.

Orada kanlar içerisinde yatarken bu hâlimizi gören bir kamyon durdu ve bizi kamyon kasasına aldı. Bu şekilde hastaneye giderken bu hâlimizi gören polis kamyonu durdurdu. Bizi kamyon kasasından indirdi kendi arabasına aldı süratle Amman’da hastaneye götürdü. Hastaneye girdiğimizde vakit gece yarısını geçmiş, sabaha yakın bir saatti. Hastanede nöbetçi bulunan pratisyen hekimler filmleri çektiler. Filmlerde bel kemiği kaburgalar ve daha bir sürü yerin kırıldığı görülüyordu. Pratisyen hekimler filmleri yukarıda uyuyan uzman hekime götürdüler.

Uzman hekim filmlere bakınca “hasta hastaneye nasıl geldi” diye sormuş.

Pratisyen hekim “İki arkadaşının omuzlarına tutunarak ayakta geldi” deyince

Uzman hekim: “Yâhu o şekilde hastaneye geliyorsa bu filmlerin hepsi yanlış bu kırıkların sahibi yerinden kalkamaz. İsterse gitsin, isterse sabaha kalsın” dedi.

Bunun üzerine biz oradan bir kamyon tuttuk. Bizim kaza yapan arabayı kamyona yükledik. Bizi de şoför mahalline yatırdılar. Öylece oradan yola çıktık. Suriye’yi geçerek gece Suriye hududuna geldik. Hudutta rüşvet istediler, vermedik ve sabaha kadar orada yattık. Sabah olunca bizden rüşvet isteyen memur gitti. Yerine gelen diğer memur işlemlerimizi yaptı ve bizi Suriye hududundan geçirdi.

Türkiye girişene geldik. Kamyon Ürdün plakalı üzerindeki araba Türk plakalı diye içeriye almadılar ve 1000 lira rüşvet istediler, vermedik. Bunun üzerine Hatay Reyhanlı’dan bir kamyon bulup getirdik. Biz kamyonu getirirken bizim Ürdünlü Arap şoför “bunlar rüşveti vermeyecek” diyerek rüşveti kendi vermiş kamyonu gümrükten çıkarmış. Bizim şoförlüğümüzü yapan o adam “Yâhu adamın beli kırık, kanlar içerisinde olmasına rağmen abdest alıyor değil farz namazı teheccüd namazını bile kılıyor. Biz ne biçim müslümanız” diyerek sevincinden, memnuniyetinden ağladı ve namaza başladı. Elhamdülillah. Daha sonra da Umre’ye gelmiş orada karşılaştık.

Oradan Adana’ya geldik. Otomobili oraya bıraktık, bizi de uçağa bindirdiler İstanbul’a geldik.

Tabi bütün bu yolculuk safahatında arızalar iyice arttı. Doktor arkadaşlar eğer “Ürdün’deki doktorlar seni bırakmasa idiler çok daha hafif atlatırdın dokuz ay değil, birkaç ay yatarak kurtulabilirdin.” demişlerdi. Kazanın tesiri iyice arttı ve iş çok büyüdü böyle olunca…

İstanbul’da uçaktan inince eve gittim.

Bu arada Efendi Hazretleri’nin torunu Mahmûd kardeşimiz “Dede, Ömer Abi Cuma namazına sizinle beraber gitmek için çok çalıştı ama gelemedi” deyince Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz “Biz Ömer Öztürk ile değil de kiminle beraberdik” diye buyurmuşlar. Allah şefaatlerine nâil eylesin.

Evde iken Efendi Hazretleri, fakiri refikleri (yol arkadaşları) ile beraber huzurlarına çağırdı. Yol arkadaşlarımla beraber kayınbiraderim Dursun Topçu’yu da yanımıza alarak huzurlarına gittik. İçeriye girince Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz bizi ayakta karşıladılar ve önce fakiri karşılarındaki tahta sandalyeye oturttu sonra, Kendileri yerlerine oturarak mübârek elleriyle fakiri işaret edip “Rızâ makâmına ermek kolay mı? Rızâ makamına ermek kolay mı? Daha Senin ileride yapacağın çok işlerin var, vazîfeler var.” diyerek başlayan 65 dakika süren sohbette Seyr-i Sülûk’u anlattılar. O celsede Efendi Hazretleri bu üç kişiye de (Ömer Ağabeyin eski ortağı, Refik Tayla ve Dursun Topçu’ya da) ders verdiler. Hayatta iken ders verdikleri son kişiler olmuşlardır.

Kazadan hemen sonra kumların üzerinde yatarken “Yâ Rabbi! Kaza, kader Senin elindedir. Ben şu kazadan ötürü senden râzıyım. Aramıza şeytanı sokma” diye duâ ediyordum. Efendi Hazretleri de oradaki duâya atıf yaparak bunu söylüyor yani “kumların üzerinde yatarken sen söylüyordun biz de buradan tabiri caiz ise televizyon ekranından takip ediyorduk” diyordu. Elhamdülillah Hazret’in himmeti her zaman olduğu gibi trafik kazasında da üzerimizde idi. Efendi Hazretleri’nin evine gittiğimde iyice bir perişan vaziyette idim. Elhamdülillah orada Hazretin ma’nen tedâvîsi ile çok perişan olan o halim düzeldi ve Hazret’in duâsı bereketi ile daha sonraki tedâvîlerim de gerçekleşmiş oldu. Hazret’in yanından çıkınca yanımda bulunan arkadaşlara “Siz kazada abi sana bir şey olursa, Allah korusun sen ölürsen biz ne yaparız diyordunuz. Hazret “daha Senin ileride yapacağın çok işlerin var, vazîfeler var.” diyerek size de cevâb vermiş oldu” dedim.
Allah şefaatlerine nâil eylesin, yollarından ayırmasın. (Âmin)

15 ŞABAN 1398 [M.21 TEMMUZ 1978] BERAT GECESİNİN İHYÂSI

Şaban-ı Şerîfin başlarında Mahmûd Gezer Ağabeyle (Allah rahmet eylesin Mekke’de vefat etti, Cennetü’l Muallâ’ya defnedildi.) devlethanenin bahçesinde oturuyorduk. Efendi Hazretleri’nin hâdimesi Fatma gelerek beni bir kenara çağırdı ve “Ömer Ağabey babam mahrem bir husus söyledi. Bunu Ömer Öztürk’e anlat. Kendisinde kalsın. Îcâbını yerine getirsin. Fakat kimseye de bir şey söylemesin. (Damadı Ömer Kirazoğlu’nu kasdederek) Ömer’e de söylemesin. Çünkü herkese yayar.” dedi ve Efendi Hazretleri’nin “Ben berat gecesini Ömer Öztürk ile değerlendirmek istiyorum. Kendisi bir imam bulsun. Ayrıca iki kişiyi de çağırsın. İstersen birisi kendi babası Mehmet Öztürk olabilir. Bir de başka ihvân, benimle birlikte hepimiz beş kişi olacağız. Akşam namazını burada devlethanede kılacağız. İftarı beraber eder, akşam yatsı namazını beraber kılar, geceyi de beraber ihyâ ederiz inşâallah.” buyurduğunu söyledi.

Fakir, babama ve (Efendimizin son yıllarında namazlarını kıldıran) Mahmûd Hoca’ya haber verdim.

Ev halkından bu hâdiseyi Ömer Kirazoğlu duymuş.

Sonra Ömer Kirazoğlu abi, İsmail ve Cevat Öztürk ağabeylerimi çağırttı. Efendimiz Hazretleri, Mahmûd Hoca, babam, Ömer bey, İsmail ve Cevat abi ve fakir akşam namazından evvel devlethânede toplandık. İftar, namaz ve yemekten sonra Efendimiz Hazretleri her zaman oturdukları demiryolu cihetine karşı olan koltuğa oturdular. Az sonra ayağa kalkarak kendi karşısındaki koltuğa geçtiler. Kendi koltuklarına, Fakiri çağırıp “Sen gel, buraya otur, burası senin yerindir. Fakir de karşısında oturacağım” diyerek kendi koltuklarına Fakiri oturttular.

Muhteşem bir sohbetten sonra yatsı namazı kılındı, tekrar aynı yerlerde oturarak sohbet, duâ ve murâkabe edildi. İzin alınarak evlere hareket edildi.

MENFUR BİR HÂDİSE

1978 senesi Ramazan Ayının bir Cuma’sı Suadiye Camii’nde Efendi Hazretleri ile birlikte Cuma namazını kıldık. Oradaki menfur hâdiseye çok üzüldüler.

Olay şöyle cereyân etti: Askerî İstihbâratta çalışan emekli bir astsubay terbiyesizlik etti. Efendi Hazretleri namazdan sonra biraz oturur çabuk çıkmazlardı. Cuma’dan sonra okuyacak şeyleri vardı. Okuduktan sonra kalkarlardı. Hazret otururken emekli astsubay geldi tam önünde durdu. Hazreti işaret ederek, “Burada herkese şeyh diyorlar” dedi ve bir sürü saçma sapan şeyler söyledi ve (va’z kürsüsünün altında oturan Hüseyin Pilavcı’yı kastederek) “İşte bu Hüseyin Pilavcı’dır. Zamanın kutbudur. Hakîkî şeyhtir.” dedi. Bu arada millet de bana bakıyor. Tabii benim yapacağım bir şey yok. Hazret’ten bana bir işaret gelirse îcâbına bakılır ama bir şey demedi. Çıktık eve geldik.

Evde âile efradını toplayıp “Bundan sonra Suâdiye Camii’ne hiçbir zaman gitmeyeceğiz. Bundan böyle bütün Cuma namazlarına beni sadece Ömer Öztürk götürecek. O hangi camiye gidileceğine kendisi karar verecek ve kimseye söylemeden dilediği camiye bizi götürecek ve buyurun inin deyince o camide namaz kılacağız.” buyurmuşlardır. Çünkü duyarlarsa hemen Ömer Kirazoğlu ve Musa bey cemaate haber verir, etrafında toplanırlar. “Duydunuz mu, anladınız mı” diye birkaç defa tekrar ettiler. Bunu tebliğ etmek üzere o sırada askerden izinli bulunan Mahmûd’u bahçeye gönderdiler. O sırada Fakir de bahçede Mahmûd Gezer ile oturuyordum. Torun Mahmûd bu emri, Mahmûd Gezer ağabeyin yanında Fakire tebliğ ettiler.

GÖZ MUÂYENESİ

O hafta Efendimiz ve Hacı annenin göz doktoruna gitmesi için doktordan randevu alındı. Yukarıdaki emre rağmen götürme işini Ömer Kirazoğlu Bey Cevat Öztürk’e söylemiş. (Yani maksat hiçbir şey Ömer’e kalmasın.) Ömer Kirazoğlu Bey Onu da Fakire bildirdi. Bunun üzerine Fakir “doktorun önü kalabalık olur, Efendi Hazretleri’ni getiren araba gelir muayenehanenin önünde park yeri bulamaz, Efendi Hazretleri’ni uzakta bir yerde indirir Hazretin de yürüyecek hâli yok” diye saat 9.00’da Harbiye’deki muayenehanenin bulunduğu yere şoför arkadaşla beraber gittim. Oralarda park yeri bulunmuyordu.  Önce arabayı geride durdurduk. İleriden araba çıktıkça yavaş yavaş saat 11.30’da doktorun kapısının önüne gelmiş olduk.

Bu arada Cevat Öztürk abi Efendi Hazretleri’ni götüreceğini unutmuş. Doktora saat 13’te gelineceği halde ancak 14.30’da geldiler. Cevat abim Efendi hazretlerini bir buçuk saat ayakta bekletmişler. Efendi Hazretleri “Bu nasıl ihvânlık, benim işime neden ehemmiyet vermiyorsunuz. Bana böyle mi muâmele edilir” demişler.

Efendi Hazretleri muayenehanenin önüne gelince arabadan indiler. Fakiri önüne düşürdüler. Doktorun muayenehanesine gittik. Dönüşte de herhangi bir şeye karşı arkadan takip ettim. Devlethaneye girince Efendi Hazretleri mutadı hilâfına celâlli olarak ayrıldılar. O şekilde evlerine çıktılar. Hâlbuki her seferinde “Allah râzı olsun, teşekkür ederim” der selâm verir, öyle giderdi. Acaba sonradan “Hatâlı bir iş yaptık da ona mı üzüldüler” diye çok üzüldüm.

Efendi Hazretleri eve girince, Ömer Kirazoğlu beye Pîrânımızdan Alî Râmitenî Hazretleri’nin şu kıssasını anlattırmışlar: “Alî Râmitenî Hazretleri gusl abdesti almak için banyoya girmiş. O sırada su bitmiş. İhvândan birisinin de aklına geliyor ki “acaba Hazret’in tekrar suya ihtiyacı olur mu?” Bir kova suyu biraz seslice kapının önüne getirip bırakıyor. Hazret de kapıyı açıyor, suyu alıyor ve gusl abdestini tamamlıyor. Alî Râmitenî Hazretleri Tekkede ihvânın toplandığı yerde “Suyu kim getirdi?” diye soruyor. Getiren zât da “Acaba yanlış bir iş mi yaptım. Sormadan ne diye Hazret’e su götürüyorsun. Sen kimsin, Hazret’e su götürmek kim?” diyerek kendini suçlamış. Alî Râmitenî Hazretleri ikinci defa sorunca yine sesini çıkarmamış. Bunu üzerine Hazret “Evlâdım büyük bir tebşîrât var, kalk kimsen söyle!” deyince suyu getiren zât ayağa kalkıyor. “Ben yaptım” diyor. Hazret de “Allahü Azîmüşşân şimdiye kadar bana ihsân ettiklerinin hepsini şu bir kova su karşılığında sana hediye etti. Tevdî ettik” buyurmuşlar.

Allah şefaatlerine nâil eylesin. Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz bu kıssayı anlattırmış ve “Elhamdülillah bizim ihvânımızdan da biz söylemeden bizi düşünen var. İhvânımız içerisinde Ömer Öztürk’ü bulunduran Allahü Azîmüşşân’a hamd ederim” diye duâ buyurmuşlardır.

HAZRETİ SÂMÎ (K.S.) EFENDİMİZLE
ABDURRAHMAN GÜRSES HOCAYI ZİYÂRET

Efendi Hazretleri ile beraber Amiral Bristol Hastanesi’ne (Amerikan Hastanesi’ne) gittik. Başhekim M. Es’ad Alpaytaç Bey bizleri karşıladılar. Es’ad Bey Müslüman bir kimse idi. Babası Tarsus Müftüsü Enis Bey’in Es’ad Erbilî Hazretleri’ne sonra da Sâmî (k.s.) Efendimize müntesib olması münâsebetiyle çok ilgi gösterdi, bizi odasına da’vet etti. Es’ad Bey Sâmî (k.s.) Efendimize: “Efendim, buraya kadar teşrif etmişsiniz. Eğer arzu buyurursanız, hoca efendinin yanına sizi götüreyim, ziyâret edin. Ama siz hassas insansınız. Hoca efendinin hâlini görürseniz üzülürsünüz. O vaziyette hoca efendiyi görmeyin. Her tarafına hortumlar takılmış; gıdasını bile hortumla veriyoruz’ dedi.

Hazreti Sâmî (k.s.): “İnşâallah Hakk Te’âlâ Hazretleri bir kolaylık ihsan eder. Müsâitse ziyâret edelim, bir selâm verelim” dedi.

Sâmî Efendimiz hoca efendinin odasına gittiler. Onun bu hâlini görünce çok mütehassıs oldular. Abdurrahman Gürses Hoca, Efendi hazretlerinin bu ziyâretinin sürûrundan ağladılar.

Hoca gençliğinde Pir Efendimizin (Es’ad Erbilî Hazretleri’nin) bir sohbetine gitmiş Ramazan günü. Pir Efendimize demişler ki: “Abdurrahman Hoca iyi bir hâfızdır, sesi de güzeldir. Müsâade buyurursanız bir aşr-ı şerîf okusunlar.” Hoca efendi de bir aşr-ı şerîf okumuş. Es’ad Erbilî Hazretleri de çok beğenmişler ve “Bu sene Ramazan’da terâvihi Abdurrahman Efendi kıldırsın” demişler ve o Ramazan terâvihi Abdurrahman Efendi kıldırmış. Bundan dolayı Abdurrahman Hoca Menemen hâdisesine dâhil edilmiş ve belli bir süre de hapis yatmıştır.

Bu ziyaret sırasında Sâmî (k.s.) Efendimiz, yaptığı her işte olduğu gibi, yine sünnete uyarak hoca efendinin sağlığına kavuşması için: “İnşâallah Cenâb-ı Hakk’ın lûtfü ile şifâ bulursunuz” dedikten sonra şu cümleyi ilâve etti: “İnşâallah Cenâb-ı Hakk lütfeder, yüzlerce talebe yetiştirirsiniz” dediler.

Abdurrahman Hoca o zamana kadar hiç talebe yetiştirmemişti. Kendisi Beyazıt Camii’nin imamıydı. Cuma namazında sıhhati müsâid ise, hutbeye kendisi kılıçla çıkardı. (İhtilâlden sonra hutbeyi kılıçla okumayı kaldırdılar.) Celâlli bir kimse idi. Bir gün hutbe okunurken birisi girdi ve namaz kılmaya başladı. Hoca Efendi hutbeden o kişiye: “Şimdi sünnet kılınmaz, selâm ver bakayım” diye bağırdı. Allahü Te’âlâ gani gani rahmet eylesin.

Hazreti Sâmî (k.s.)’un şu “İnşâallah yüzlerce talebe yetiştirirsiniz” duâsı bereketiyle yüzlerce talebe yetiştirdi.

YALAN SÖYLENMEZSE NE OLUR?

1978 döneminde Bülent Ecevit zamanında vergi mükelleflerine Asgari Gelir Vergisi diye bir şey çıkardılar. Yani bu geliri gösterip vergisini ödeyenin defterine bakmıyorlardı.

1977’nin sonunda kaza geçirmiş 78’de de dükkânı kapatıp, eşyaları yazıhaneye taşımıştım. Hiç ticaret yapmamıştım. 78’in sonunda da bu sene hiç ticaret yapmadığım için zarar ettiğimi maliyeye beyan ettim. Galata Vergi Dairesi’nde müdür muavini Yüksel Bey: “Bak kardeşim yeni bir tebliğ çıkarmış Maliye Bakanlığı. Asgari şu kadar vergi beyan edip ödemek zorundasınız. Siz bu beyannameyi alın düzeltin. Uğraşmayalım sizinle, sizi de rahatsız etmeyelim. Eğer bunda ısrar ederseniz defterlerinizi alacağız, yazıhaneyi işgal edeceğiz. Değmez bu kadar para için” dedi.

Ben de “Bu kadar paraya değmediğini ben de biliyorum, ama ben 1964 senesinden itibaren 15 yıldır vergi veren bir mükellefim. Kuruşu kuruşuna ne kazandıysam vergisini verdim. Bu sene de zarar ettim. Beş kuruş alamazsın. Gel defterleri de al götür. Gelin hepiniz isterseniz yazıhanemde oturun, ama çay bile ısmarlamam, bilesiniz. Oturun hiç çıkmayın isterseniz anahtarı da size bırakayım ne yaparsanız yapın” dedim.

Bu konuşma vergi dairesinin koridorunda oluyor. İşi düşenler oradakilerle nasıl konuşulduğunu çok iyi bilir. O koskoca büyük patronlar vergi ile alakalı bir problem olunca oradaki basit bir müfettişle bile nasıl konuşulacağını çok iyi bilirler.

Sene 1979, 33 yaşında sakallı bir adam bağırıyor vergi dairesinin koridorunda. Herkes bakıyor kim bu bağıran diye hem de vergi dairesinin müdür muavinine…

Peki bunları söylettiren ne idi. Doğru sözlülük ve dürüstlük …

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE HİCRET İÇİN GİDİŞ

Resûlullâh (s.a.v.)’in emri gereği bütün Müslümanlar Cennetül Bâkî’de defnolunmayı arzu etmelidirler. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.)’e Şam, Irak ve Yemen tarafından üç ayrı kavim ayrı ayrı zamanlarda gelerek huzur-u Risâletpenâhî’de oturdular. Resûlullâh (s.a.v.) onlara İslâm’ı telkîn etti ve o kavimler de Müslüman oldular. O zamana kadar inen emirleri Allah Resûlü (s.a.v.)’den telakkî ettiler. Ve her bir kavim de “Beldemize gidelim İslam’ı orada anlatalım” diyerek müsâade istediler.

Nebiyyi Ekrem (s.a.v.) her bir cemaat kalkıp gittiğinde “Ve’l medînetü hayrun lehum lev kânû ya’lemûn, Eğer bilselerdi Medine kendileri için daha hayırlı idi” diye buyurmuşlardır.

Yani buradan anlayacağımız şu: Menide-i Münevvere’yi bu üç beldenin, Şam-Irak-Yemen, tam ortasına koyarsak. Cihet, yön itibariyle Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bu mübârek sözlerinin dünyanın her tarafını kapsadığını görürüz. Bu sözün ma’nâsı “Medine’nin dünyanın her yerinden daha hayırlıdır” demektir.

Ve yine Efendimiz (s.a.v.) Medine için “Kimin elinden Medine’de ölmek gelirse onu işlesin. Şehitmiş gibi ölür. Mahşer sabahı da kendisine şefaat ederim” buyurmuşlardır.
Ulemâ, Cennetü’l Bâkî’de bulunanların Nebî (s.a.v.)’in hassa ordusu gibi olduğunu tarif ediyor. Ehl-i Bâkiyye, yarın mahşer sabahı Nebiyyi Ekrem (s.a.v.)’in önünde, arkasında, sağında solunda Sahâbe-i Kirâm hazerâtıyla beraber yürüyeceklerdir.
Cenâb-ı Allâh hepimize nasib ve müyesser eylesin (Âmin).

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hakkındaki büyük tebşîrâtlar tâ doğumundan önce başlamış ismi dahî ma’nevî büyük bir tebşîratla konulmuş, çocukluk yıllarında annesi Onu arkadaşlarıyla beraber oyun oynaması için arkadaşlarının yanına gönderdiğinde o tahiyyat oturuşunda oturup uzaklara bakarak tefekküre dalmış ve kendisine sorulduğunda Nebî (s.a.v.)’in sözü olan “Biz oyun için yaratılmadık” cevâbını vermişlerdi. Hulâsâ bir asra yaklaşan o koca ömür tamâmı bu şekilde büyük bir hassasiyetle Sünnet-i Seniyye’ye,  Şerîat-ı Ğarrâ-i Muhammediyye’ye tamâmen muvâfık yaşadıkları düşünülürse Medine-i Münevvere’ye hicret etmek gibi mühim bir emr-i Risâletpenâhî’yi çok önceden programladığını söyleyebiliriz.

Ama Medine-i Münevvere’ye hicret etme arzusu Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz’de ne zamandan beri var olduğunu bu isteğini açığa vurmadığı için bilemiyoruz.  Bizim bu konudaki ma’lumatımız ilk defa Rahmetli babamın 1956 yılı ile ilgili anlattığı şu hâdise ile olmuştur: Babam, Atasayar Amca (Medine’de irtihal etti, babamın ortağı idi), Alemdar Amca (ki Alemdar amca da Atasayar amca ile eskiden ortaktılar. Efendi Hazretleri de onların Tahtakale’deki dükkanlarında muhasebelerine bakardı. Sonra Atasayar amca ortaklıktan ayrıldı. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz de Alemdar Amca ile devam etti.),  Ömer Kirazoğlu, Ahmed Silahdar (beş kişi) Ebû Eyyûb el-Ensâri (r.a.) türbesinin hemen üst tarafından mezar yeri almak için belediyeye mezarlıklar müdürlüğüne başvurmuşlar.

O zamanlarda ihvan ile Efendi Hazretleri arasında irtibatı kuran Rahmetli babam idi.
Babam’a diyorlar ki “Üstâdımıza bir sorar mısın ona da yer alalım mı, ister mi” diye babam da Üstâdımıza giderek “Efendimiz şu arkadaşlar beraber Eyüp’ten mezar yeri satın alıyoruz eğer arzu ederseniz sizin için de yer alalım mı?” diye soruyor.

Efendi Hazretleri de “Eğer herkese gönlünün istediği veriyorlarsa bizim gönlümüz Cennetü’l Bâkî’yi ister, Medine”yi arzu eder” buyurarak oradan yer istemediğini beyan etmiştir.

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hicret arzusuna babamın anlattığı kadarıyla bu şekilde muttali olmuştuk. Bizim Medine-i Münevvere’ye hicretimizin başlangıcı ise 1976 yılında olmuştu.

1976 senesinde Mart sonu Nisan başı Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “İnşâallah, Medine’ye hicretimiz için da’vet edildi (izin verildi veya emir edildi)” buyurdular. Umûmî olarak Medine’den da’vet geldiğini bu şekilde buyurduktan sonra fakire de “Siz de beraberimde bulunursunuz” dediler. O zaman büyük kızım yeni doğmuş 10 günlüktü. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.): “Çok fazla da eşya almazsınız. Evdekiler de (yakın akrabalar da) hicret ettiğimizi anlamasınlar. Bir bavulla gelirsiniz” buyurdular. Ben de evdekileri bir çocukla bırakarak hiç haber vermeden bir bavulla hicrete çıktım.

Efendi Hazretleri (k.s.) “Kimse hicret ettiğimizi anlamasın” dedikleri için ihvana “Efendi Hazretleri Umreye gidiyor” diye duyurduk. Uçak biletlerimizi aldığım Ali Koçak bey 80 küsur kişinin bu umre ziyaretine iştirak ettiğini söylemişti. Yani seksen küsur kişilik bir cemaatle yolculuğa çıkmıştık. Ama Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz ile Fakir’den başka hicret niyeti ile geldiğimizi bilen yoktu.

Mekke ve Medine’de tam toplam 50 gün kaldık. Çok değişik bir ziyâret oldu. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “Şimdi döneceğiz inşâallah ileride tekrar başka bir tarihte yine hicret ederiz” buyurdular. Ve hicret başka bir sefere kalmak kaydıyla geri dönmüş olduk.

1979 senesinde Efendi Hazretlerinin Medine’ye hicret için tekrar emir buyurması üzerine hicret hazırlıklarına başladık. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Hâlid’in arkadaşı İbrahim Şâkir ikâmet için 18 kişilik davetiye göndermişti. İbrahim Şâkir’in gönderdiği bu da’vetiye sayesinde ikâmet işinin resmi yönünü halletmiş olduk.

İkâmet işinden sonra Hazret’in evinin eşyalarını götürülmesi işine sıra geldi. O zaman Suudî Arabistan ile ticarî ilişkiler yok denecek kadar zayıftı. Efendi Hazretlerinin eşyalarını kamyona yükleyerek normal şekilde götürme imkânı yoktu. Eşyaların götürülmesi çok zor idi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ve ihsânıyla bir çözüm bulmuş olduk. Şöyle ki: MTTB başkanlığım sırasında muhtelif vesilelerle münâsebetler kurduğumuzRiyad’daki Dünya İslâm Gençlik Teşkilatı (WAMY)’nin başkanına birini göndererek umre için 40 kişilik da’vetiye talep ettim. Da’vetiye talebimi kabul eden WAMY’nin başkanı 40 kişilik umre vizesi verdi. Kimya Mühendisliği’nde okuyan Talebe Birliği’nden arkadaşımız olan Orhan Yentürk’ün amcası Fehmi Efendi’nin otobüsünü tuttuk. Efendi Hazretlerinin eşyalarını otobüsün bagaj kısmına, koridorlara, koltuk aralarına yükledik. Talebe Birliğinde 35 arkadaşı da (diğer beş kişinin işlemleri yetişmedi) otobüse yolcu olarak bindirdik. Böylece Efendi Hazretlerinin eşyalarını götürme bahânesiyle bu arkadaşlar da umre yapmış oldular.

1979 yılı Temmuz ayında Efendi Hazretlerinin eşyaları ile 35 arkadaş Fehmi Efendi’nin otobüsü ile Bostancı köprüsünden hareket etmiş oldu. Otobüs Suud gümrüğüne gelince Suud memurları arkadaşlara “Siz talebe adamlarsınız WAMY’nin da’vetiyle geliyorsunuz. Otobüsün içi, üstü, altı her taraf eşya dolu. Siz ne yapacaksınız bu kadar eşyayı” diye soruyorlar.

Türkiye’de Himmetü’r ricâl takrabü’l cibâl” derlerdi. Allah dostları, ricâlullah himmet ederse Cenâb-ı Allah dağları yaklaştırır.
Elhamdulillâh, büyüklerimizin himmeti ile Efendi Hazretleri’nin eşyaları da bu şekilde geçmiş oldu.

Umreye gelen arkadaşların 11 tanesi de beni telefonla arayarak hacca kalmak istediklerini söylediler. Ben o zaman Türkiye’de idim. Bende “İyi tamam kalın gelince işlemleri hallederiz” dedim. Bu arkadaşlar da hacca kalmış oldular.

Efendi Hazretleri fakiri, ev bulup yerleştirmek üzere Şevval ayında Medine’ye göndermişti. Şevval ayında (Eylül 1979) ikâmet işi için Medîne’ye giderken

فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ۝ِ

(Yûsuf s. 64) âyetini ve Âyete’l Kürsî’yi okursunuz ve Medîne’deki sohbetlere siz devam edersiniz” diye buyurdular. Fakire bir kitap (Mevlâna Muhammed Rebhâmî Hazretleri’nin Riyâdün Nâsihîn kitabını) uzatarak “Bu da size hediyem olsun. Uçakta size zor olur. Taşımanız da uygun değil. Birkaç kilo gelir. Onu sohbetlerde Medîne’de okursunuz. Medîne’ye karayoluyla giden şekerci Mustafa gibi birisine verirsiniz, o da size Medîne’de teslim eder.” buyurdular. Fakir o zaman trafik kazası geçirmiştim. Doktor, iki kilo bile yük taşımamamı söylemişti. Bir kiloluk kitap için bile ne kadar hassas düşünüyorlar. “Efendim bunu kim okuyacak” deyince, “İnşâallah siz okursunuz” diye buyurdular.

Medine’ye gelince daha önceden talebelerle gönderdiğim ve bir depoya koydurduğum eşyaları Efendi Hazretleri için tuttuğum eve yerleştirdim.

Böylece bütün hazırlıklar Cenâb-ı Hakk’ın Lûtfu ve Efendi Hazretleri’nin himmeti ile tamamlamış oldum.

ÖMER ÖZTÜRK SİZE RAVZA’DA DUÂ ETSİN
ALLAH (C.C.) ONUN DUÂSINI REDDETMEZ

Efendi Hazretleri’nin ikâmet işlerini takip etmek üzere Medîne iken Efendi Hazretleri’nin torunu Mahmûd kendi ikâmet işi için, Efendi Hazretleri’nden duâ talep edince, Efendi Hazretleri Mahmûd ve ev halkına, şu kıssayı anlatmış: “Ehlullahdan bir zât var imiş. Ondan yağmur için duâ talep etmişler. O da bir teneke yağ alıp çarşıya çıkmış. Başlamış bağırmaya “Yağ ha yağ, yağ ha yağ!” Birden öyle bir yağmur başlamış ki insanlar evlerine zor kaçmışlar. Yağmur uzun zaman ve şiddetli olarak yağmaya devam edince insanlar bundan zarar görmüşler. Aynı zâta müracaat ederek “Aman efendim duâ edin de şu yağmur kesilsin” diye ricâ etmişler. O zât da eline bir çuval ceviz alıp başlamış bağırmaya “Yağma ha yağma, yağma ha yağma!” deyince birden yağmur kesilmiş” ve daha sonra:

“Sen de Ömer Öztürk Ağabeyine selâmımı söyle. Senin ikâmetin için Ravza’da sana duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını reddetmez. Duâsı makbul kişilerdendir O.” diye buyurmuşlar. Allah şefaatlerine nâil eylesin.

Efendi Hazretleri Zi’l-ka’de ayında geldiler. O zaman uçak seferleri bugüne göre çok ibtidâî idi. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’u Medine’den gelen üç arkadaşla beraber Cidde’de karşıladık.

HAZRET-İ MAHMÛD SÂMÎ (K.S.) İLE BİRLİKTE
MEDÎNE’YE GİRMEME RÂZI DEĞİLLER

Hazret’e ve ihvana 18 kişilik Cidde-Medine uçak bileti almıştım. Cidde havaalanında o kargaşa içerisinde biletleri uçuş kartlarını almak için benden aldılar. Nasıl yaptılarsa bana ve benimle beraber gelen üç kişiye uçakta yer kalmamış. Hazret uçağa gitti. Ben dışarıda kaldım.
Hazreti Sami Efendimiz ve beraberindekiler uçağa binince ben uçuş kartım olmamasına rağmen telaşla uçağa giden kapıya yöneldim. Oradaki memur telaşlı hâlimi görünce giriş kartımı sormadı ve bu şekilde içeriye girdim kontrol noktasından geçtim.  Apronda beni gören başka bir görevli “Uçağa mı yetişeceksin” dedi. “Evet” dedim. O da beni kendi arabasına bindirerek uçağa götürdü. Uçağın kapısında uçuş kartlarını kontrol eden görevli de benim özel araçtan indiğimi ve telâşımı görünce uçuş kartımı pasaportu vs. sormadı ve o şekil uçağa binmiş oldum. Bir ihvânın çocuğu vardı. Onu kucağıma aldım ve bu şekilde Medine’ye Efendi Hazretleri ile beraber geldik.
Tabi burada oyun başka. Suudî Arabistan’da çalışan Türk istihbâratı benim, Hazretle beraber Medine’ye girmeme mâni olmak istiyorlardı. Bunun için böyle bir oyun tezgâhladılar.
Ama yapan eden Allah…

وَمَا تَشَاءُونَ إِلا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

“Ancak, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın dediği olur.”

Medine’ye girişte bizim beraber bulunmamızı istemeyen istihbâratçıların planı tutmadı. Gene beraber geldik, beraber girmiş olduk.

HAZRET’İN İLK CUMASI

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin Medine’ye hicretinin ilk Cuma günü Cuma namazına çıkıp çıkamayacağını bilmiyorduk. Ama çıkma ihtimâline karşı arabayla devlethâneye gittik. Efendi Hazretleri de Cuma namazına çıktılar. Harem’e geldiler.
Arkadaşlar da Efendi Hazretleri’nin geldiğini bilmiyorlardı ama İmam Cuma’nın farzında birinci rekâtta Kadir sûresini, ikinci rekâtta Nasr sûresini okuyunca  arkadaşlar Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un namaza iştirâk ettiğini anlamışlardı.
Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) birkaç hafta Cuma’ya devam ettiler. Ondan sonra namazlara çıkmaz oldular.

RAVDA-YI MUDAHHARA’YI İLK ZİYÂRET

İlk Ravda ziyareti Cuma namazından sonra olmuştu. Namazı kıldıktan sonra geri döndük. Sonra tekrar mescide gelerek Ravza’da Nebiyyi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’i ziyaret ettiler. Ziyarette Ravza’ya doğru dönerek ellerini kaldırdılar duâ ettiler. O zaman sağ tarafta arkaya geçmeye mâni olan bölme yoktu. Ashâb-ı Suffe’nin oraya dönülebiliyordu. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.), türbeyi saadetin etrafında birkaç defa dönerek ziyâret ettiler. Daha sonra bu şekilde dönerek ziyâretin önüne geçmek için arayı böldüler.

1980’DE İSTANBUL’A TEDÂVÎYE GELİŞLERİ

1977’de trafik kazasında bel kemiğim kırıldığı için 9 ay yattık. Doktorlar bel kemiği üzerinde duruyorlardı. Evde yatarken genç doktor arkadaşlar konuşuyorken “Yâ Ömer Ağabey seni muayeneye hep hocalarımız geliyor bizim konuşmamız ayıp olurdu genç doktorlar olarak. Ama hep belin üzerinde duruyorlar, hâlbuki kaburgalar kırılmış, ciğere batmış. Bu ciğerler birkaç sene sonra problem çıkarır.” demişlerdi. Hakîkaten ismini şu an hatırlamadığım arkadaşların dediği gibi oldu. Üç sene sonra ciğerlerden kan tükürür olduk. Onun üzerine Hazret “İstanbul’a tedâvîye gidin” demişlerdi.

İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde Prof. Kuddusi Gazioğlu için akciğer konusunda Türkiye’de bir numara diyorlardı. Bu konuda Amerika’da derse de gidiyormuş, neşriyatı da var imiş.

Hocaya Doktor Yusuf Akkaya ile beraber gittik. Hoca muayene etikten sonra (daha o zaman duyulmamıştı) “akciğer tümörü” teşhisini koydu. “Bronkoskopi, ondan sonra da ameliyata almamız lazım (Parça alacak ciğerden, tahlil edecek, sonra da ameliyat edecek).” dedi. Yusuf ile özel görüşmek için beni de dışarı çıkardı. Yusuf’a “Ağabeyin hastalığı çok mühim, hayâtî tehlikesi var sakın ihmal etmeyin vs.” diye sıkı sıkı tembih etti ve hastaneden ayrıldık.

O gün akşam eve geldim. Hazret, Medîne-i Münevvere’den evdekilere telefon açtırıyor. Hazret’in “Ömer Öztürk’e selâmını söyleyin inşâallah şifâ âyetlerine devâm etsin” dediğini naklediyorlar.

Tamam, o zaman anlaşıldı, Hazret böyle dedikten sonra yapılacak iş belli olmuş oldu. “Bronkoskopi de ameliyatın da senin olsun.

Şifâ âyetlerine devam ettik. Bronkoskopi de ameliyat da olmadım. O arada da beni İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nde Doç. Dr. Tuğrul beye yönlendirdiler. Bize altı sene fuzûlî yere ilaç içirdi.

Bu altı seneden sonra yine GATA’da Albay Prof. Yücel beye muayene olduk.  Yücel bey “Yâ Ömer bey bizim Tuğrul çok iyi doktordur. Benim sınıf arkadaşımdır. Tuğrul bir bavul ilacı boşuna içirmiş. Niye içtin sen bu ilaçları?”dedi

Nasîbimizmiş ne yapalım” dedim. Tabi altı sene boyunca içtiğim ilaçlar kortizonlu olduğu için ilaçları bırakınca 20 kilo birden fark etti. O hastalık sırasında 63–65 kiloya düşmüştüm. İlaçları bırakınca 20-25 kilo aldım.

Yücel bey en son “Yâ Ömer bak bir şey kalmamış. Bak şu çay bardağı var ya. Kanaman şu çay bardağını doldurursa o zaman doktora mürâcaat et. Eğer çay bardağını doldurmazsa kanı görmedim de, öksürmenden oluyor de boş ver ve buna da alış.” dedi.

Yücel beyin bu sözü ile ilacı da bıraktım, 23 sene, Kuddusi beyin söylediği tarihten sonra 29 sene geçmiş. 1980 senesi idi. “A tümör var, kanser var, ölür, şu kadar ömrün kaldı” diyorlardı, bir şey olmadı elhamdülillah. Hastalıktan ötürü telaşlanmamak lâzım. Allahü Te’âlâ devâsız dert vermemiştir. Her derdin bir devâsı var. Hastalığı veren zât şifâyı da verecek olan zâttır…. Onu bulmak lâzım.

Cenâb-ı Hakk’tan her zaman ümitli olmak lazım. Allah’tan ümitli olduğumuz müddetçe Cenâb-ı Hakk’ın yardımı sizinle beraberdir.

Allah’a cân-ı gönülden ümitle bağlanıp istirham edelim, duâ edelim.

EFENDİ HAZRETLERİ’NİN ÖMER AĞABEY İÇİN SÖYLEDİKLERİ

1976’dan 1984’e kadar devamlı söylediği bir sözü var. “Ömer Öztürk benim en emîn ihvânımdır.” Medîne-i Münevvere’de de müteaddit defalar aynı lafızla “Ömer Öztürk benin en emîn ihvânımdır. Kendisi ma’nen vazîfelidir.” buyurmuşlardır.

1980’de Medîne-i Münevvere’de Fakiri tedâvî için İstanbul’a gönderdikten sonra, müteaddid defalar ev halkına “Ömer Öztürk’ü tanıyor musunuz?” diye sormuşlar.

“Evet efendim. Tabii tanıyoruz.” deyince

O’nun şimdi nerede olduğunu biliyor musunuz” diye sormuş.

Ev halkı: “İstanbul’da bulunuyor” deyince

Hayır, o şu an Mekke-i Mükerreme’de bulunuyor. O ma’nen vazîfelidir. Bizim ma’nevî vazîfelimizdir” buyurmuşlardı.

İstanbul’da bulunduğum 4 ay zarfında yukarıdaki suâli hemen hemen her gün sorup

O benim en emîn ihvânımdır” buyurmuşlardır. Bu seyahat esnasında, kendileri bir kaç defa ağırca hastalandığında, Hacı anneye “Keşke şu hasta hâlimde Ömer Öztürk yanımda olsa idi. Ben O’nun son nefesimde yanımda olmasını arzu ediyorum” buyurmuşlardır. Elhamdülillah Allahü Te’âlâ bu arzularını yerine getirdi, son nefeslerinde yanında bulunma şerefine nâil oldum.

Medîne-i Münevvere’de bir gün hâdimeleri Fatma’ya ayrıca Hacı anneye de “Ömer Öztürk’ün âilesi örnek ihvân âilesidir” buyurmuşlardır.

Medîne’de bir ziyaret esnasında, Fakir ellerini öperlerken “Ömer Öztürk kıdemli ihvânımızdır” buyurmuşlardır.

Medîne-i Münevvere’de Abdüsselâm Efendinin evini kiraladığımızı bildirince “Elhamdülillah, elhamdülillah Ömer Öztürk bize komşu oldu. Ömer Öztürk bize komşu oldu.” diyerek sevincini beyan etmişlerdi.

Erenköy’deki devlethânede Mahmûd’un İstanbul’a tayini esnasında Hacı anne, Efendimizin huzurunda “Vallahi Ömer Öztürk kıyâmete kadar en az Mahmûd kadar bu evin evlâdıdır” diye yemin ediyor. Efendi hazretlerine dönerek “Öyle değil mi Efendi?” diye sorunca kendileri de “Evet doğru söylüyorsun. Öyledir” buyurmuşlardır. Elhamdülillah.

Erenköy’de yine bir gün evdeki konuşmasında defaatle “Ömer Öztürk ma’nen uyanıktır” buyurmuşlardır.

Ömer Kirazoğlu’nun bir sözü var: “Babamın evde senin hakkında konuştuklarını not edecek olsak 1-2 cilt kitap yazmak gerekirdi.” demiştir. Biz o kapıya adam olup nefsimizi kemâle erdirmeye Allah rızâsı için gitmiştik.

HAZRETİ SÂMÎ (K.S.) EFENDİMİZİN 20 OCAK 1984’TEKİ
SON DÜNYA KELÂMLARI

Gene böyle uzun bir sohbeti var Fakire. Musa bey ile ziyaretlerine gittiğimizde misafir odasına kabul edildik.

Ondan sonra Ömer Kirazoğlu beyi çağırdı, O da izin istemek için Hazret’in yanına girdi. Ömer bey, Efendi Hazretleri’ne Musa beyin ve Fakirin ziyarete geldiğini söylemiş, arz etmiş. “Buyursun” diye izin çıkınca, Ömer Kirazoğlu tekrar “Efendim Ömer Öztürk de yanında” deyince; Sâmî Efendimiz “O da buyursun. Ömer Öztürk ihvâna kılavuzdur. Musa beye de kılavuz olsun.” diye buyurmuşlardır.

Huzûra kabul olunduğumuzda Ömer Kirazoğlu abi, “Musa bey geldi” diye takdim etti. Sonra sıra Fakire geldiğinde Ömer Kirazoğlu abi, “Kılavuz geldi,  Ömer Öztürk geldi, Musa beye ve ihvâna kılavuz olsun buyurmuştunuz, işte kılavuz geldi” dedi. Fakir o zaman ellerini öpüyor idim. Hazret “Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah” buyurdular. Mübârek ellerini öptükten sonra, Fakirin sadrına mübârek ellerini uzatıp:

سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ ۝

“Melekler cennet kapısına gelen mü’minlere size selâm olsun, siz ne güzel şeylersiniz. Girin cennete, ebedi olarak burada kalın.” (Zümer s. 73) Bu da kendisinin 20 Ocak 1984 tarihli dünya kelâmı olarak son konuşmalarıdır. 12 Şubat’ta da irtihâl etmişlerdi. Orada Ömer Kirazoğlu abi diyor ki, “Ömercim not et bak babam çok enteresan şeyler söylüyor, bak bunlar tebşiratlar çok büyük tebşiratlar” diyordu.

Konyalı Hattat Hüseyin Efendi, hatırşinas bir insan demek ki, Hazret’in en son dünya kelâmı olan bu Âyet-i Kerîme olduğunu öğrenince, onu bir hat halinde yazmış, hediye olarak göndermiş.  O hat hâlen bizim Medîne-i Münevvere’deki evin kapısında asılı duruyor.

EFENDİ HAZRETLERİ’NİN İRTİHÂLİNDEN SONRA
MUSA TOPBAŞ’IN ZİYÂRETİ

Musa abi, Allah selâmet versin, Efendi Hazretleri’nin irtihâlinden sonra ta’ziyeye gelmişti. Çünkü techiz, tekfin, defin işleri bana âitti, cenâze sahibi bendim. Teçhiz tekfin işlerini yapmanın ve cenâze namazını da kıldırmanın tarîkatta ma’nası bellidir. Onun için de Fakire baş sağlığına gelmişti. Ertesi gün de iâde-i ziyârete gitmiştim. Bu ziyâretin de sebebi şu: Rahmetli Ömer Kirazoğlu abi “Beş tane ihvân bir araya geleceğiz. Musa abinin Efendi Hazretleri’nin yerine geçtiğine âit bir kâğıt imzalayacağız. Sen bu imza atılacak metni kaleme al. Kendin imzala, sonra hepimiz imzalayalım” demişti. Yani Musa abinin elinden iş kaçmasın demek istedi. Ömer abiye hiçbir şey söylemedim. Bu konuyu görüşmek için ertesi gün Musa abiye iâde-i ziyârete gittim ve zaman mekân şâhidi olsun diye eski bir ortağı (Muharrem’i) da yanıma aldım. Musa abiye gittik. Musa abiye Ömer Kirazoğlu abinin “Beş tane ihvân bir araya geleceğiz. Musa abinin Efendi Hazretleri’nin yerine geçtiğine ait bir kâğıt imzalayacağız. Sen bu imza atılacak metni kaleme al. Kendin imzala, sonra hepimiz imzalayalım” söylediğini anlattım ve sonra O’na dedim ki “Bak abi bu iki yönden yanlış. Hem maddi yönden yanlış hem de ma’nevî yönden yanlış. Maddî yönden yanlış: Hem burada (Medîne), hem Türkiye’de bundan başımız ağrır. Hem Suudi Arabistan, hem de Türkiye Devleti kanunlarına göre tarîkat kurmak suç. Böyle bir kâğıt yazar imzalarsak tarîkat kurduğumuzu belgelemiş oluruz ve bu kâğıdın da istihbarat vâsıtasıyla devletin eline geçeceği muhakkak. Ma’nevî olarak yanlış: Mürîd, mürşîdini ta’yin etmez.”

Musa abi Efendi Hazretleri’nin son anına kadar belki kendisine bir vazîfe verme ma’nasında bir şey söyler diye, huzuruna girip çıkıyordu. Efendi Hazretleri bu konuda ihvâna söylediği umumî ma’lumat “Siz sohbetlere devam edersiniz. Görevli olanlar da dersleri değiştirmeye devam ederler” idi. (Medîne’deki sohbetleri Fakir yapıyor idim. Musa abi de Anadolu’daki sohbetleri yapıyor idi.) Özel mahrem vasiyetlerini de bir sohbette çokça tekrar ederek “Bir ferdi ahara söylemeyeceksin” tembîhiyle Fakire tevdî etmişti.

Ömer Kirazoğlu abi benim yazıp ilk önce imzalamamı istemesinin sebebi şu: Efendi Hazretleri vasiyetlerini bana yapmıştı. Bunu da Ömer abi çok iyi biliyordu. Bunun için “Ömer de kabul ettikten sonra zaten problem kalmaz.” diye düşünerek “Ömer kağıdı sen yaz, ilk önce de sen imzala” diyor. … Orada imzayı atacak dört kişi 60-70 yaşlarında. Bir tek ben vardım 30-40 yaşında. Hepsi benim babam yaşındalar.

Dedim ki şimdi size şunu söyleyeyim “Hazret, vasiyeti bana yaptığına göre bana ne söyledi, ne dedi merak ediliyor. Eğer ben bu vasiyetin yapılmasına ehil bir kimse isem, sabredin vakti zamanı gelince gereği îfâ edilir. Bir şey konuşmaya gerek yok.

Sonra şu misâli kendisine anlattım: Müsteşrikler “Muhammed (s.a.v.) yanında şu kadar münâfık oturuyor idi, onlardan haberi yoktu” demesinler diye münâfıkların listesini Huzeyfetü’l Yemânî (r.a.)’e vermiş ve böylece münâfıklardan haberi olduğunu ama belli bir siyâsetin, işin îcâbı böyle yaptığını belli etmişti. Bunu bilen Hazreti Ömer (r.a.), Huzeyfetü’l Yemânî (r.a.) Hazretlerini bir cenaze namazından sessizce ayrılırken yakaladı ve “Nereye gidiyorsun Yâ Huzeyfe?” diye sordu.

“-Yâ Emire’l Mü’minîn izin ver gideyim” dedi.

Hazreti Ömer (r.a.) sıkıştırınca (ki o Emiru’l Mü’minîn olduğu için sıkıştırınca söylemek mecbûriyeti oluyor) “Yâ Emire’l Mü’minîn o münâfıktı” diyor.
Hazreti Ömer (r.a.) “Peki sen filan gün filan cenâzede de yoktun.”

“-Yâ Emire’l Mü’minîn, o da münâfıktı.” dedi.

Bir tanesini daha söyleyince “Çabuk konuş, ya Huzeyfe, ben de var mıyım o listenin içinde?” diyor.

Yani münâfıkların listesinde ismi bulunanlar, sahâbenin ne kadar büyüğü bilinen insanlarsa Hazreti Ömer (r.a.)’i heyecanlandırıyor. Tabii Hazreti Ömer (r.a.), Nebî (s.a.v.)’in sözüne en çok inanan iki kişiden ikincisidir. Birincisi Hazreti Ebû Bekir, ikincisi de O’dur. Resûlullah (s.a.v.) “Benden sonra peygamber gelse, Ömer gelirdi” “Yeryüzünden Ebû Bekir ve Ömer ile semâdan da Cebrâil ve Mîkâil ile yardımlandım.” buyuruyorlar.

Nebî (s.a.v.) bu ikisinden son derece râzı olduğunu onlarca defa ifade etmiştir.  Peki, nasıl oluyor da Hazreti Ömer (r.a.) “Münâfıkların listesinde ben de var mıyım?” diyor. Sebebi şu: Resûlullah (s.a.v.)’e Allah her şeyi bildirir, o da her şeyi bilir. Sağlığında ben iyi durumda olabilirim ama O (s.a.v.) Efendimiz irtihal edince ben dönmüş olabilirim. Bunu da ilmi ezelîsinde bilen Allah (c.c.), Resûlullah (s.a.v.)’e bildirir O (s.a.v.) de Huzeyfetü’l Yemânî (r.a.)’e verdiği listeye yazdırabilir” düşüncesiyle;

Çabuk söyle yâ Huzeyfe ben de var mıyım o listede” diyor. Hâşâ ki kendisi hakkında Resûlullah (s.a.v.)’in sözlerine inanmadığından mı? Elbette değil Hazreti Ömer (r.a.) hakkında düşünülecek mevzu değil.

Ve Musa abiye dedim ki “Efendi Hazretleri dün irtihâl etti. Ben de düne kadar emîn bir insan iken bugün emîn olmamış olabilirim (ihtimaller hesâbı konuşuyorum). Eğer vasiyet yapılan adam olarak ben emîn bir kimse isem vakti zamanı gelince açıklanır, gereği îfâ edilir. Eğer ben düne kadar emîn şimdi de emîn değil isem o zaman benim imzamın bir ehemmiyeti yok, söyleyeceğim sözün de bir kıymeti yok.”

Musa abi de bütün bu anlattıklarımı dinledikten sonra “Kardeş ben de bundan başka bir şey söylemiyorum zaten. Bu şekliyle devam edelim diyorum” dedi.

Ben de “Tamam mesele yok, Allah muvaffak eylesin.” dedim. Böylece ziyâretimi bitirdim. Müsâade aldım. Selâmlaşarak ayrıldık.

RÂBITA EDİLECEK İNSANIN SAHİB OLMASI GEREKEN BİR ÖZELLİK

Efendi Hazretleri 1976 senesinde hicret için emir verdi. “Siz de gelirsiniz” buyurdular. 1977 senesinin Mart’ının sonuna doğru Medîne’ye gittik. Hatta o gidişte “çok fazla eşya almayın da belli olmasın” buyurmuşlardı. (Ev halkı dâhil başka kimse de bilmiyordu.) O gidişimizde Mekke ve Medîne’de elli gün kaldık. Ondan sonra buyurdular ki: “Hicretimiz başka zamana kaldı, dönüyoruz. 1979’un Eylül’ünde nasîb oldu Medîne’ye hicret ettik. Medîne’ye gelirken de Efendi Hazretleri bana “Bizim burada kalmamız lâzım, hizmet yönünden benim görev yerim Medîne, seninki Mekke” demişti.

Medîne’de Ramazan’da vitr-i vâcibi (vâcib olan vitir namazını) 2 ve 1 olarak kılıyorlar. O zamanlarda Medîne ileri gelenlerinin muhtelif ilmî toplantıları oluyordu. Beni de çağırıyorlardı. Burada kalabilmemiz için onlarla iyi geçinmemizin gerektiği düşüncesi ile istemeden de olsa gidiyordum. Ve orada bana soruyorlar:  “Siz mescide imama uyup Farz namazı kılıyorsunuz. Ramazan’da Sünnet olan terâvih namazını da yine imama uyup kılıyorsunuz. Peki, bu ikisi arasında vâcib olan vitir namazını neden imama uyup kılmıyorsunuz?”

Tabi onlar mezhepleri kabul etmediği için “Hanefi mezhebinde böyle kılınmadığı için kılmıyoruz” diyerek onlarla lüzumsuz bir tartışmaya girmeye de gerek yok.

Rahmetli Hattat Mustafa Efendi vardı, O’na sorduk: O “Evlâdım bizde, Hanefîlerde tek rek’at namaz yoktur. Onlarla bu şekilde kılamayız.” dedi.

Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz “Burada kalmamız lâzım. Bizim burada ma’nevi vazîfemiz var.” demişti. Burada kalabilmek için de bu adamlarla geçinmek lâzım. Adamlar soruyor: “Yatsı namazının farzını imamla kıldın, terâvihi de kıldın. Peki, vitr-i vâcibi niye kılmıyorsun” Bunlara bir cevâb vermek lâzım.

Efendi Hazretleri buyurmuşlardı ki: “Size bir soru sorulursa çekinmeden sorarsınız. Bu sorulur sorulmaz diye düşünme, ne istersen sor.”

Kendilerine hâdiseyi tümüyle anlattım ve “ne yapmalıyız” diye sordum. Hazret bir müddet başını öne eğdi, sükût buyurdu. Sonra başını kaldırdı ve “Kılabilirsiniz iâdesi de gerekmez” dedi.

Bak o nokta da Hazreti Sâmî (k.s.), bu mes’eleyi Sâhibü’ş Şerîat Seyyidü’l Beşer (s.a.v.)’e soruyor. “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Buraya beni de Ömer’i de siz da’vet ettiniz. Burada kalmamız lâzım, bu adamlar da böyle diyor ne yapmamız lâzım?” diye soruyor. O Sâhib-i Şerîat (s.a.v.) de “Onlarla beraber kılınır iâdesi de gerekmez” buyuruyor.

İşte kendisine râbıta edilecek insanların sahip olması gereken özelliklerin hepsi değil ama sadece bir tanesi bu.

“Kendine râbıtaya müstehak değilken râbıta ettirirsen, Ubeydullah Ahrar Hazretleri, İmam-ı Rabbânî Hazretleri, Sâmî Efendimiz Hazretleri,  hepsinin kitaplarında var. Bu kitaplarda “Bir kimse müstehak olmadığı halde kendine râbıta ettirirse, kendine râbıta ettiren de, onun müstehak olmadığını bilip ona râbıta eden de, her ikisi de îmânsız gider” diye yazıyor.

Hakk Te’âlâ Hazretleri Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’i mahşer sabahı muazzeb olmaktan muhâfaza etsin. (Âmin)

RÂBITA

Râbıta kelimesi lügatte “İki şeyin birbirine bağlanması” demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürşid ile mürîd arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan ma’nevî bir bağdır. Bu bağa, Kur’ân-ı kerîm’de ve Hadîs-i şerîflerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.

Râbıta, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiği ve bu sebeble nûr, feyz ve muhabbetle süslenmiş olan insan-ı kâmil’in gönlüne teveccüh etmek, bu sâyede Hakk’a vuslat yolunda vesîleye sarılmaktır. Gâye Hakk’a yaklaşmak, O’nun rızâsını kazanmak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Allâhü Te’âlâ: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe s. 119) buyuruyor. “Sâdıkîn”dan murâdın “Mürşidûn” olduğu Bahru’l-Hakâyık tefsîrinde beyan buyrulmuştur.

Allâhü Te’âlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerîme ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir Mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını emreylemiş ve vâcib kılmıştır. Allâhü Te’âlâ’nın “Teklif-i mâ-lâ yutâ‛” olmayacağı, yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.

Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da rûhânîdir ki, bunu râbıta ile îzâh edebiliriz. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi olacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.

Bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide: 35)

Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime’de takvânın yanında kurtuluş için bir de vesîle şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesîleyi ulemâ, Mürşid-i kâmil olarak tefsîr etmişlerdir.

Abdullâh ibn Mes’ud (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bir Hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allâh’ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allâh zikrolunur.” (Câmi’u’s-sağîr, 2466)

Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar, Allâh’ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı Hakk’ın maddî ni’metlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, âdetullâh gereği ise; aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine âdetullâhın bir gereğidir. Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, ma’nevî mahlukların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için âdetullâh denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.

Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini, enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullâh gereğidir.

Kâmil insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar; râbıta ile insan, o kâmil insanın kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete tâlib olur. Bu taleb, insanı rızâ ve muhabbetullâha çeker. Bu ise vuslat yolunda Hakk’a yaklaşmanın, diğer bir deyişle Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.

O halde râbıta, âdetullâh gereği, hidâyet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Râbıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı Hakk’ın zâtına izâfe etmek sûretiyle kendileri şirke düşmektedirler.

Şeyh Es’ad Efendi (k.s.) Hazretleri buyurur ki: “Tarîkat-ı âliyye’de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evrâdın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samîmî muhabbetin de büyük te’sîri bulunduğu erbabına ma’lum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kirâm’dan bazısı: ‘Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.’ sözüne ilâveten, feyze nâil olmak için Mürşid-i kâmil’in nûrlu nazarlarını da feyz ve terakkî vesîlesi kabul etmişlerdir.” (30. Mektub)

Bilindiği gibi, râbıtadan maksâd feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk’tan başkası olmadığı şübhesizdir. Şu kadar var ki, Allâh’ın Habibi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfatının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz (s.a.v.)’den feyz almak, Cenâb-ı Hakk’tan feyz almak demektir.

Allâhü Te’âlâ’ya âit olan ilâhî feyz Habîb-i Ekrem (s.a.v.)’in deryâsına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryâsına gelir.

Ezelî taksimâta dâhil olanların, nasiblerini alabilmeleri için, o deryâya doğru kalblerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemâdiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun.    Testiyi çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip râbıtada bulunmak, kalbi o deryâya bağlamak demektir.

Herşey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin ma’nevî parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbînin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sâyesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakkî eder.

Ma’nevî terakkînin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullâh ittifak etmişlerdir.

Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binâenaleyh deryâdan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.
Kalbini Allâhü Te’âlâ’nın dostuna rabtetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?

Kâbe-i Muazzama’ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, râbıtadan murâd olunan: “Sâdıklarla beraber olunuz!” emr-i İlâhî’sini neden şirk kabul ediyorsun? Hâlbuki o da Allâhü Te’âlâ’nın emri, bu da Allâhü Te’âlâ’nın emri.

Kâbe-i muazzama’da Hacerü’l esved, Kâbe-i muazzama’da Altınoluk var. Fakat Allahü Te’âlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryâsından Resûlullâh Aleyhisselâm’ın deryâsına gelir. Kâinat da o deryâdan alır, o Altınoluk’tan alır. Yani ona yönelen Hakk’a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî’dir. Allahü Te’âlâ’dan Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, Resul-i Ekrem (s.a.v.)’den ona, ondan da ona alınmakla feyz-i ilâhî olur. O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibârettir.

Cenâb-ı Hakk’ı görmeyen, bilmeyen, ma’siyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselere yapılan râbıta onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbûtiyetini kurar. Allahü Te’âlâ Âyet-i kerîmede buyurur ki: “Onlar hakîkaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allâh’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftârı olanlardır.” (Mücâdele s. 18-19)

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil! Bunlar ancak sun’î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakîkatten mahrûmdurlar.
Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor: “Resûlüm! Gördün mü o nefis arzûsunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan s. 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen kudda-i tarîk, yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını, şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma ters düşen haller zuhûr ediyorsa o mürşid mukalliddir, sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.

RÂBITA USÛLÜ

Hz. Sâmî (k.s.) Efendimizin usûlü sâde bir usûldü.

1- Nebî (s.a.v.) Efendimizin, Medine-i Münevvere’de ravzada mihrâbında, yüzünü cemaate dönük vaziyette tahiyyatta oturduğunu…

2- Ondan sonra Nebî (s.a.v.) Efendimizin sağında Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), ondan sonra Selmân-ı Fârisî (r.a.), ondan sonra Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.), ondan sonra Hz. Ca’fer-i Sâdık (r.a.), ondan sonra Ârifler Sultânı Bâyezid-i Bistâmî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebü’l-Hasan Harkânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.), ondan sonra Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.), ondan sonra Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.), ondan sonra Hz. Alî Râmitenî (k.s.), ondan sonra Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.), ondan sonra Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.), ondan sonra Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.), ondan sonra Hz. Alâaddin Attâr (k.s.), ondan sonra Hz. Ya’kub-ı Çerhî (k.s.), ondan sonra Hz. Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), ondan sonra Kadı Muhammed Zâhid (k.s.), ondan sonra Derviş Muhammed (k.s.), ondan sonra Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.), ondan sonra Muhammed Bâkî-billâh (k.s.), ondan sonra Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.), ondan sonra Urvetü’l Vüskâ Muhammed Ma’sum Fârûkî (k.s.), ondan sonra Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.), ondan sonra Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.), ondan sonra Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.), ondan sonra Hz. Abdullâh Pîr Dehlevî (k.s.), ondan sonra Şemsü’ş Şümûs Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.), ondan sonra Tâhâ’l-Hakkârî (k.s.), ondan sonra Tâhâ’l-Harîrî (k.s.), ondan sonra Şeyhu’l Meşâyîh Muhammed Es’ad Erbilî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un oturarak yarım daire oluşturduğu ve bu yarım dairenin en sonunda 33. olarak Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz ve 34. olarak Hz. Sâmî (k.s.)’un yanında Efendimiz (s.a.v.)’in tam karşısında tahiyyat oturuşunda kendinin oturduğunu düşünerek…

3- Allâhü Azîmüşşan’ın Nebî (s.a.v.)’e ihsân ettiği feyzü füyûzâtı evvelâ Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)’e aktarıp oradan da silsile yoluyla şeyhinin kalbine gelerek senin kalbine intikâlini tefekkür ediyorsun.

Yani Allâh (c.c.)’un Nebî (s.a.v.)’in kalbine ihsân ettiği feyzü füyûzâtın bu silsile yolu ile gelerek kalbine intikâlini düşünerek istifâde etmeye çalışıyorsun.  İşte râbıta bu!

Burada rabıtayı kime etmiş oluyorsun?

Rabıtayı Resûlullâh (s.a.v.)’e etmiş oluyorsun. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa zaten ortada hiçbir şey yok ki…

İşin başı kim?

Mihrabda oturan İmâm Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz…  Bizim dava bu!

Talebeleri Ebû Turâb, Asker bin Hüseyin en-Nahşebî hazretlerine diyorlar ki:

“Ah Efendim! Siz olmasaydınız biz ne yapardık?” Hazret de diyor ki:

“Evlâdım öyle demeyin. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa biz ne olurduk deyin.” diyor. İşte esas mes’ele, lâfın doğrusu…

Her işin başında Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) olduğu gibi râbıta konusunda da işin başında Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.)’in var olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıyız. Bunun dışında yapılan ta’riflere iltifât etmemeliyiz.

HİZMET ALLAH RIZÂSI İÇİN DEĞİLSE

Rahmetlik babama diyorlar ki: “Benim bu kadar hizmetim var ne olacak?” Babam da:

“Hizmet Allah rızâsı için yapılır karşılığında bir şey elde etmek için yapılmaz. Eğer hizmeti Allah rızâsı için yapıldıysa karşılığı Allah’tan beklenir. Bu yol insan-ı kâmil yetiştiren bir yoldur. Bu yolda mesele adam olmak, kemâle ermektir. Bu yola onun için gelinir. Bir yerlere oturmak, makama erişmek için değil” diye cevâb veriyor.

BU YOL ŞEYH OLMA YOLU DEĞİL ADAM OLMA YOLU

Orhan Yentürk’ün hanımının anneannesi vardı. Vefât etti Allah rahmet eylesin ma’neviyatlı bir kadındı (Nûr içinde yatsın).

Tabi kadından neler olur neler olmaz? Kadından evliyâ olur, ma’nevi görevli olur. Kırkların içerisinde bazen kadının olduğu da olmuştur. Ama kadından mürşid, emir, devlet reisi, kadı vs. olamaz. Orhan Yentürk’e anneannesi oturduğu yerde değişik şeyler anlatırdı. Orhan’a “Ömer Öztürk kaç yaşında?” diye sormuş. Orhan da “52 yaşında” deyince (demek ki 2009’dan 11 sene evvel olmuş) Kadın da “Eh! O zamana biraz daha var.” demiş.

Orhan bunu anlatırken arabada gidiyorduk ve yanımızda Refik Tayla’da vardı (Hacc arkadaşı 3-4 defâ 76-77-79).

Birden Refik telaşlandı, cezbe tuttu.

Refik’e “Ne oluyor, neden heyecanlandın?” dedim.

Bak abi sen kadına ma’nevi görevli diyorsun, ne diyor bu kadın, o da senin için biraz daha var, zamanı gelmedi.” diyor.

Bak Refik sen, Ömer Ağabeyimi bilmem nereye geçecek şöyle olacak böyle olacak diye heyecanlanıyorsun. Yâ bu Ömer Ağabeyin adamsa bir yere geçse de mühim değil, geçmese de mühim değil, adam değilse nerede oturursa otursun hiçbir ma’nası yok. Bu cezbe koltuğa kanepeye ehemmiyet verdiğin için, esasen senin heyecanlanmanın sebebi koltuktan, kanepeden ötürü.” dedim.

Allah kendi indinde sevdiği kullarından eylesin. Îmân-ı kâmil sâhibi mü’minlerden eylesin. Cenâb-ı Hakk:

وَاللَّهُ وَلِي الْمُؤْمِنِينَ ۝ ُّ

“Allah mü’minlerin dostudur” (Âl-i İmran s. 68) buyuruyor. O bizleri dost ettiği mü’minlerden eylesin. (Âmin) Asıl değer verilecek ehemmiyet verilecek esaslar bunlardır.

Gavs olmanın da, büyük bir velî olmanın da bir dönüş ihtimâli var. İşte Bel’am ibn Baura oturduğu yerde Levh-ı Mahfuz’u okur binlerce mürîdi de not ederdi. (Bu velâyetin çok ileri bir derecesidir.) Musa aleyhisselâm zamanında yaşamıştı. İsm-i A’zam’ı biliyor, her duâsı kabul oluyordu. Bulunduğu Belka şehrinin vâlisi Belak, Hazret-i Musa aleyhisselâmın askerlerinin şehre girmemesi için, duâ etmesini istedi. O da Musa aleyhisselâma bedduâ etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselâmın askerleri tarafından öldürüldü. Îmânsız gitti. Kur’ân-ı kerîmde, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzetildi.

اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْتَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ۝

“Artık onun meseli o köpeğin meseline benzer: üzerine varsan dilini salar solur, bıraksan yine dilini salar solur.” (Araf s. 176)

Sana “sen gavs u a’zamsın’’ denmesinden “Sen hakîkaten adam gibi adammışsın iyi bir Müslümansın, her hususta sünnete uyan bir adammışsın’’ denmesi çok daha sevimli olmalı.

Gavslık makâmını küçümsemek için söylemiyoruz, hedefimizin o değil iyi bir Müslüman olmak, sünnete her hususta riâyet etmek olması gerektiğini vurgulamak için söylüyoruz.

Allah onların yollarının yolcusu ayaklarının tozu etsin ama hedef oralara varıp gavs olmak vs. değil. Hedef Müslüman olmak, sünneti yaşamak, adam gibi adam olmaktır.

İnşâallah iyi bir Müslüman olmaya, hakîkî bir mü’min olmaya, îmân-ı kâmil sahibi olmaya çalışalım.

Tarîkatın gâyesi işte bu ahlâkı öğretmektir, uçmak kaçmak vs. olağan üstü haller göstermek değil.

Allahü Azîmüşşân’ın her şeye gücü yeter. O ol deyince anı vahitte her şey olur. Yok, ol deyince yok olur. Güç gösterisi nedir? Kime yapacaksın? Çok güçlü olsan ne yapacaksın? Nereye kadar? Esas güç sahibi Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. “Mâ-şâallah lâ kuvvete illa billah. Ancak Allah’ın dediği oldu onun gücünden başka geçerli bir kuvvet yok.” Hiçbirimizin gücü kuvveti bi-zâtî değil, li-zâtihî’dir. Allah’ın verdiği gücü kuvveti kullanıyoruz.

Bizim bütün arzu ve hedefimiz de onların yollarında bulunmaya çalışmaktır. Allah (c.c.) onların yolunda yürütsün. Allah (c.c.) onların yolunda haşretsin. Âmin.

Hazreti Hasan ve Hüseyin (r.a.) bir gün çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyarın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, “Böyle abdest sahih olmaz” demeye sıkıldılar. Yanına giderek dediler ki:

– Mübarek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz. Birer abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildirir misiniz?

Önce Hazreti Hasan (r.a.), sonra Hazreti Hüseyin (r.a.) güzel bir abdest aldılar. Aldıkları abdest tamamen birbirinin aynıydı. İhtiyar, dikkatle baktı ve sonra dedi ki:

– Evlatlarım! Aldığınız abdestin birbirinden hiçbir farkı yok. Aslında ben abdest almasını bilmiyormuşum. Abdest almasını şimdi sizden öğrendim.

Hazreti Fâtımâ (r.anhâ) ile Hazreti Alî (r.a.) arasında bir kırgınlık olmuş. Efendimiz (s.a.v.) eve gidip de Hazreti Alî (r.a.)’i evde bulamayınca Hazreti Fâtımâ (r.anhâ)’ya soruyor:

Alî nerede?

Yâ Resûlallah aramızda ufak bir münâkaşa geçti üzüldü gitti mescidde yatıyor” dedi.

Nebî (s.a.v.) mescide gidiyor ve Hazreti Alî (r.a.)’in kumların üzerinde yattığını görüyor. Seslenip uyandırıyor. “Kalk, yâ Ebâ Turâb!” diye 3 defa sesleniyor. Hazreti Alî (r.a.) “Hayatta en çok hoşlandığım künyelerimden biridir” diyor.

Nebî (s.a.v.) Hazreti Alî (r.a.)’i kaldırıyor eve götürüyor, ikisinin arasına oturuyor konuşuyor sohbet ediyor aralarını düzeltiyor, onları barıştırıyor, müsâade alıp gidiyor.

İşte Nebî (s.a.v.)’in o aklımızın almadığı hârika üslûbu…

İşte tatbîkatları hayatında. İşte tatbîkatları sahâbede…

Ez cümle tekrar söylemek gerekirse bu yollara adam olmak için, işte bu ahlâka erişmek için tevessül edilir. Efendi Hazretleri’ne Hacı annenin “İhvân ders alıyor, nefy ü isbat ve murâkabata varıyor. Ondan sonra ne yapacaklar?” sorusu üzerine: Düstur olsun, ne diyor Hazret? “İhvân dönüp bakacak ilk ders aldığı günden itibaren şu ana gelinceye kadar ahlâkında düzelme olmuşsa ma’neviyat yoluna girmiş demektir, devam edecektir. Eğer ahlâkında bir değişiklik olmamışsa o zaman derslere yeniden başlayacak.”

İşte verdiği cevâb, İşte düstur bu, işte hedef, işte gidilecek yolun neticesi.

Biz dönüp geriye bakacağız;
Ahlâkımız düzeldi mi?
Dürüstlüğümüzde ilerleme olmuş mu?
Emânete sadâkate ehemmiyetimiz artmış mı?
Va’dimizi yerine getire biliyor muyuz?
Ahde vefâda ilerlememiz olmuş mu?
Cömertlik de ilerlememiz olmuş mu?
Güzel ahlâkın diğer şubelerinde ilerlememiz olmuş mu? onlara bakacağız.

Kendimizi eğer ma’neviyat aynasında görmek istiyorsak, İslâm ahlâkının şubelerinde kendimizi görmeye çalışacağız. Ahlâkımızda düzelme olduysa yola girdik demektir. Devam edeceğiz yok ahlâkımızda düzelme olmadıysa geri dönüp tekrar yeni baştan başlayacağız inşâallah.

MA’NÂ ÂLEMİNDEN GÖNDERİLEN ADAMLAR

Şu an Konya’da bulunan Kemal Temiz Ağabey anlatıyor:

1995 yılında kalın bağırsak kanseri hastalığına yakalandım. Doktorlar çok tehlikeli bir hastalık olduğunu kurtulma ihtimâlimin çok düşük olduğunu söylediler. En son Konya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi doktorlarından Prof. Doktor Adil Kartal’a muayene oldum ve ameliyat olmaya karar verdim. Doktor Bey ameliyattan önce beni yanına çağırarak “Kemal Bey çok ciddi bir ameliyata gireceksiniz. Durumun menfi bunu bilmeniz lâzım.” dedi.

Bunun yüzdesi kaç?” dedim.

Senin durumun maalesef %99 menfi.” dedi.

Peki, %1 ihtimal nedir?” dedim.

Tıbbın bu konuda daha fazla söyleyebileceği bir şey yok ama Allah’dan ümit kesilmez.” dedi ve (Ellerini semâya kaldırarak) “Allah” dedi.

Bunun üzerine ben de “Ben kendimi kadeh tutan ele değil önce Allah’a sonra senin tesbih tutan ellerine bırakıyorum.” dedim ve ameliyat olmaya karar verdim.

1995 Ekim’inin başında pazartesi günü Konya Meram Tıp Fakültesi hastanesine yattım. Çok önemli bir ameliyat olacağım için 1 hafta süresince sürekli tahliller oldum. Çarşamba veya perşembe günü Doktor Selahattin Özmen hastaneye yattığımı duymuş ve beni telefonla aradı. Geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra “Muhterem Ömer Öztürk Ağabey’i aradın mı?” diye sordu. Aramadığımı söyleyince “Derhal Ömer Ağabey’i ara. Böyle bir devlet varken bu devlete başvurmamak olur mu?” dedi.

Ben de bunun üzerine Ömer Ağabey’i aradım. “İnşâallah ağabey, Medîne’yi Münevvere’de huzûr-u Resûlullah (s.a.v.)’de duâ edin.” diyerek durumu izah ettim. Ömer ağabey de çok ilgilendiler “Hayırlısı olur, Allah şifalar verir inşâallah.” diye duâ ettiler.

Hastaneye yattığım pazartesi gününden 1 hafta sonra saat 7.20’de ameliyat olmak için ameliyathaneye götürülürken, hayatımın film şeridi gibi gözümün önünden geçtiğini hatırlıyorum. Narkozu verdiler saat 7.30 civarı bayıldım. Ameliyattan sonra her tarafıma hortumlar bağlanmış şekilde 1 hafta boyunca yoğun bakım devam etti. Hemşireler her 15 dakikada bir sürekli tansiyon, ateş vs. ölçümleri yapıyorlardı.

Bu arada Medîne’de bulunan Rüştü Ecevit’in babası vefat etmiş. Türkiye’ye gelirken Ömer Ağabey O’na “Bu zemzemi babanın köyü olan Kurucuova köyüne gitmeden, Kemal’e götür, ona ver, ondan sonra git.” diyerek bir şişe zemzem suyu göndermişti. Rüştü Ecevit babasının köyüne gitmeden hastanede yanıma geldi. “Ömer ağabey senin sağlığın için Medîne’de sana duâ ediyor.” diyerek emânetini verdi ve ondan sonra babasının cenâzesine gitti. Medîne’den gelen o zemzemden kaşıkla ağzıma birkaç damla verdiler ve o zemzemi başucuma koydular.

O gece şimdiye kadar hiç görmediğim ve tanımadığım nur yüzlü 2 veya 3 kişi kapıdan içeri girdiler ve doğruca yanıma gelerek “Sakin ol, sakın heyecanlanma, sakın korkma iyi olacaksın inşâallah.” dediler.

(Bu olayı o esnada Kemal Temiz’in yanında odada refâkatçi bulunan kayın biraderi şöyle anlatıyor.) “2 veya 3 kişi içeri girdiler ben ayağa kalktım onları karşıladım. Bana “kardeş sen biraz yat istirahat et. Bizim biraz işimiz var.” dediler. Ben de yattım.”

(Kemal Temiz anlatmaya devam ediyor.) Gelen kişiler üzerimi açtılar karın bölgemi yardılar. Karnımı tamamen boşalttılar, bütün iç organlarımı çıkardılar ve serumun asıldığı kancaya taktılar. Bu arada ben de hayret ve heyecanla, bir tamamen boşaltılmış karnıma ve bir de kancaya taktıkları iç organlarıma bakıyordum. Kancaya astıkları iç organlarımı Ömer ağabeyin gönderdiği zemzemle yıkadılar. Bu arada da bana “Sakin ol bir şey olmayacak Allah’ın izniyle iyi olacaksın bu iş tamam inşâallah. Senin işin bitti.” dediklerini duyduğum anda hemşire kapıyı açtı içeri girdi ve o gelen kişiler ortadan kayboldu. Hemşireye “Neden içeri girdin?” diye kızınca hemşire de “Doktor bey gönderdi, gelmeye mecburdum.” diyerek kendisine kızmamamı söyledi. Daha sonra anladım ki bu gelen kişiler Muhterem Ömer Öztürk Ağabeyin ma’na âleminden gönderdiği kişilerdi. Ömer Ağabey hem Huzûr-u Resûlullah (s.a.v.)’de bana duâ ediyor hem de ma’na âleminden gönderdiği kişilerle beni ma’nen tedâvî ediyordu. Ben o zamana kadar Milli Türk Talebe Birliği’nde Ömer Ağabeyle birlikte bulunmuş ve çeşitli görevler almıştım. Ömer Ağabeyi, Hazreti Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un vazîfelendirdiği, bize İslâmî bir yön veren büyüğümüz, ağabeyimiz olarak biliyorduk ama O’nun bu ma’nevî tarafından haberimiz yoktu.

Ömer Ağabeyin duâsı ve himmeti, Doktor Adil Bey’in de çok samîmî ve vefâkârâne gayretiyle çok tehlikeli bir hastalıktan kurtuldum. Bu ameliyattan sonra 1996’nın Ocak ayında ilk ameliyatı tamamlayan bir ameliyat daha oldum. O da zor ve ağır bir ameliyattı ama Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun sağlığıma kavuştum.

Ameliyattan sonra Doktor Adil Bey “Bu kalın bağırsak buraya nasıl bağlandı? Hâlâ anlamadım” diyerek hayretini beyan etmiş, şükür kurbanı kesmişti.

Benimle berâber aynı hastalıktan hastaneye yatan 3 kişi vefat etti. Ben hayatta kaldım.

Bana, Muhterem Ömer Öztürk Ağabey gibi ma’nevi bir büyüğü; çokça muttakî ve mütevekkil doktor olan arkadaşımız Dr. Adil Kartal’ı nasîb ederek şifalar ihsan eden Hakk Te’âlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz hamd ü senâlar ederim.

ÜMMETİN İSLÂMÎ TERAKKÎYE MÂNİ OLAN ÇOK BÜYÜK BİR HASTALIĞI

Fatih Gençlik Vakfı bursiyerlerinden Selçuk Balıkçı anlatıyor: Ömer Öztürk Ağabey hayatını, her şeyi ile sünneti yaşamaya adamış ve bunu hayatıyla da isbât etmiştir. Bu devirde sünnete ittibânın nasıl olabileceğini anlamak isteyene, Ömer Ağabey’in hayatının her safhası dersler ve ibretlerle doludur.

Ülkemizde Müslümanların içerisine düştüğü ve İslâmî terakkîye mâni olan en önemli hastalıklardan bir tanesi de Müslümanların peşlerinden gittikleri liderleri, şeyhleri hakkında “Benim şeyhim, liderim ne yaparsa doğrudur, o yanlış yapmaz, onun bir bildiği vardır” gibi bir anlayış içerisinde olmaları olduğunu sürekli söyleyen Muhterem Ömer Öztürk Ağabey buna karşı her seferinde şunları söyler:

Eğer peşinden gittiğin zâtın yaptığı, söylediği söz, fiil ve davranışlar Resûlullah (s.a.v)’e uyuyorsa doğru uymuyorsa yanlıştır. Yok efendim benim şeyhim, önderim, ağabeyim, çok büyük bir zâttır, bir bildiği vardır, ma’nen çok büyüktür, şöyle kerâmetleri görülmüştür, işte şunun için yapmıştır gibi kıvırtma ve atraksiyonlara girmeden söylenecek tek söz “Bizim için tek bir ölçü ve dünya âhiret kurtuluş reçetesi vardır; o da Resûlullah aleyhisselâtü vesselâm Efendimizin Şerîat-ı Garrâ-i Muhammediyesi’dir. O (s.a.v.)’e uyan her şey doğrudur, haktır, gerçektir, O (s.a.v.)’e uymayan herşey de her ne sebeple yapılırsa yapılsın yanlıştır, batıldır, yalandır.” sözü olmalıdır.

– Müslüman karşısına gelen hâdiseyi “sünnet aynasına” tutacak. Eğer orada yer buluyor, o aynaya uyuyor ise alacak, uymuyorsa kabûl etmeyecek reddedecek.

Muhterem Ömer Öztürk Ağabey söyledikleri şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmiş, bu düsturlara hayatı boyunca çok büyük bir titizlikle riayet etmişti. Yanındakilere “Benim doğrumu, yanlışmış gibi göstermeye çalışanla işim yok ona hakkımı helal eder hesabını Allah’a havâle ederim ama benim asıl düşmanım bana yanlışımı doğruymuş gibi göstermeye çalışandır. Mahşer sabahı iki elim onun yakasındadır. Ona da hakkımı helâl etmiyorum.” “Benim sözümde ve fiilimde eğer Sünnet’e muhâlif bir şey varsa götürün çöpe atın.” derler.

Muhterem Ömer Öztürk Ağabey’in bu konudaki hassasiyetini anlatan, benim de şâhit olduğum bir olayı nakletmek istiyorum:

İstanbul’da üniversitede okurken Fatih Gençlik Vakfı’ndan burs alıyordum. O sene, vakfın kurucusu ve burslarımızı veren Muhterem Ömer Öztürk Ağabey yirmi bir bursiyer öğrenciyi umreye götürdü. O gurubun içerisinde kâfile başkanı olarak ben de bulunuyordum. Medîne’de bir öğle namazını Mescid-i Nebevî’de Ömer Ağabey ile beraber kıldık. Mescidden çıkarken Ömer Ağabey’in umreye götürdüğü öğrenci arkadaşlardan Enes Koç “Abi mescidden hangi ayakla çıkılır” diye sordu. Ömer Ağabey de “Enes, mescide sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır.” dedi. Enes heyecanla “Ama Abi sen sağ ayakla çıktın” dedi. Bunu üzerine Ömer Ağabey “O zaman hatâ etmişim” dedi. Oysaki Ömer Ağabey çıkılması gereken ayakla yani sol ayakla mescidden çıkmıştı. Burada Ömer Ağabey hem Enes’in kalbini kırmamak hem de yukarıda bahsettiğimiz “yapılan yanlışı savunma” durumuna düşmemek için “eğer senin söylediğin gibi ben mescidden sağ ayakla çıktıysam gayet tabi hatâ ettim” ma’nasını içeren “O zaman hatâ etmişim” dedi.

Burada Ömer Ağabeyin verdiği cevâbdaki çok önemli bir inceliğe de dikkatinizi çekmek istiyorum. Ömer Ağabey hem Enes’in kalbini kırmamış, hem yanlışı savunmamış hem de bütün bunları yaparken “yalan” da söylememiş oldu. Yani “hatâ ettim deseydi” yalan söylemiş olacaktı. Çünkü Ömer Ağabey sol ayakla mescidden çıkmıştı. “Yok hatâ etmedim sen yanlış gördün” dese hem Enes’in kalbini kıracak hem de yanlışı savunmuş olacaktı.

“Eğer senin söylediğin gibi ben mescidden sağ ayakla çıktıysam” şartına bağlı olarak “O zaman hata etmişim” dedi ve böylece de yalan söylememiş oldu.

Cenâb-ı Hakk Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin sünnetini bu kadar en ince noktasına kadar yaşayan Ömer Öztürk Ağabeyden ayırmasın. Dünya ve âhirette O’nunla beraber olmayı nasîb eylesin.

BU ÖMER KENDİNDEN HİÇ BAHSETMİYOR!

Yazımıza başlarken Şer-i Şerîfin (İslâmî yaşantının) kaldırılması ve sonra neşv ü nemâ bulmasının iyi anlaşılabilmesi için Muhammed Es’ad Erbilî Hazretlerinin, Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri’nin ve bu yolun devamının hakîkî vekîli olan Muhterem Ömer Öztürk Ağabey’in hayatlarının bilinmesinin gerekli olduğunu ifade etmiştik. Fakat Muhterem Ömer Öztürk Ağabey Ümmet-i Muhammed’e bu kadar büyük hizmetler yaptığı halde, yaptığı hiçbir işte isminin geçmesini istememiş, bunu da büyük bir titizlikle yaparak muvaffak olmuştu. Kendi kurduğu ve dağıtılan bursları şahsi servetinden verdiği, vakıftan burs alan öğrenciler dahi kendisini tanımıyor idi.

Bir gün Muhterem Ömer Ağabey sahibi olduğu Murad Tekstil’in Yeşildirek’teki yazıhanesini arıyor. O esnâda orada bulunan Muhterem Ömer Ağabey’in vakfında da bursiyer olan İbrahim Akarsu telefona cevâb veriyor. Konuşma bittikten sonra İbrahim not almak için “Kim aramıştı?” diyor.

Muhterem Ömer Ağabey “Ben Ömer Öztürk” deyince İbrahim “Vehbi ve Abdurrahim Ağabey sizi tanırlar mı?” diye sormuş. Bunun üzerine Ömer Ağabey; “Dünkü sohbette sen orada değil miydin?” diye soruyor. (Çünkü sohbette konuşmacı kendileri idi.)

İbrahim “Evet orada idim” diyor.

Muhterem Ömer Ağabey “Peki! Sohbette konuşanın kim olduğunu bilmiyor musun?” diyor.

İbrahim de “Mısırlı bir âlimdi” diyor.

Yine Muhterem Ömer Ağabey İstanbul’da sahibi olduğu bir mağazayı aradığında, telefona cevâb veren mağazada çalışan kişi kendisini tanımıyor.

Muhterem Ömer Ağabeyin her sohbetinde çeşitli kılıklarla istihbarat görevlileri zaten bulunurlar, ama İstanbul’daki bir sohbette MİT, askerî istihbarat, birinci şubenin istihbaratı açıktan sohbete katılmak için izin istediler ve sohbete katıldılar. Sohbet bitikten sonra görevliler bizim için çok önemli olan şu sözleri söylediler: “Yâhu biz hangi grubun toplantısına gittiysek, adamlar ya kendini anlatıyor ya da üstâdını methediyordu. Yâhu bu adam (Ömer Ağabeyi kastederek) ne kendinden ne de şeyhinden bahsetti… Yalnız Allah ve Resûlü (s.a.v.)’den bahsetti.” dediler.

Tabi olayı iki taraftan değerlendirmek gerekir.

Olaya Ömer Ağabey açısından bakarsak; elbette Ömer Ağabey bu konuda üzerine düşeni yapıyor. Yaptığı işlerin tamâmını sadece Allah rızâsı için yaptığından hiç kimseye bu konularda bir şey söylemiyor hatta kendisinin verdiği bursu alan öğrenci, dükkânında çalışan işçi dahi Muhterem Ömer Öztürk Ağabey kim? bilmiyor.

Olaya O’nun ihsânlarından ve ikrâmlarından istifâde edenler açısından bakarsak; bu konu da çok büyük bir hata içerisinde olduğumuzu görürüz. Peki, ya neden?

1-“Kula teşekkür etmeyen Allah’a hakkıyla şükretmiş olmaz.” (Buhârî, Edebü’l Müfred) Hadîs-i Şerîfi mu’cibince, bu ikrâmların, ihsânların, hizmetlerin kimin tarafından yapıldığını gizleyerek, insanların teşekkürüne ve Allah’a hamd etmesine ma’ni oluyoruz.

2-Ülkemizde İslâmî yaşantının yeniden canlanıp, Müslümanların yeniden güçlenmesinde, Türkiye’de İslâmî gençliğin yetişmesinde çok büyük emeği, maddî ve ma’nevî katkısı olan, böyle değerli ve tarihte az bulunur bir şahsiyetin tanınmasına engel oluyoruz.

3-Muhterem Ömer Öztürk Ağabeyin hayatını genç nesillere anlatmayarak “Bu günkü şartlar içerisinde sünnetten taviz verilmeden hizmet yapılamaz. Bazı hizmetlerin olabilmesi için İslâmî yaşantıdan tavizler vermemiz gerekmektedir. Önce güçlenip sonra İslâm’ı yaşamalıyız.” diyerek daha baştan yenilgiyi kabul edenlere karşı Sünnet-i Seniyye’den zerre taviz vermeden, hem de sıkıyönetim şartları altında bile Dîn-i İslâm’a ve Ümmet-i Muhammed’e nasıl hizmet edilebileceğini anlatan, gelecek nesillere çok mühim ibretlerle dolu örnek alınacak bir hayatın aktarılmasına mani olmuş oluyoruz.

Cenâb-ı Allâh kusurlarımızı bağışlasın ve böyle büyük zâtların yollarında ve şefâatlerine nâil olmayı cümlemize nasîb-i müyesser eylesin.

Paylaşın: